Güzel Bir Hafta Sonu Dileriz

Kısa Kısa'da yeni bir Hikaye

Yolunacak Kaz?..

Sağlıcakla Kalın

×

Loading...
LÜTFEN KULAK VERİN "COVİD" TEHLİKELİDİR

















SON YAZILAR :
Loading...


Türk Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türk Edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Haziran 2022

Behçet Kemal Çağlar

Behçet Kemal Çağlar (23 Temmuz 1908, Erzincan - 24 Ekim 1969), Türk şair. Faruk Nafiz Çamlıbel ile birlikte Onuncu Yıl Marşı'nı yazmıştır.

Hayatı

Cumhuriyet döneminin ünlü şairlerinden Behçet Kemal Çağlar Kayseri’nin Şabanbeyzadeler namıyla bilinen ünlü bir ailesinden Şaban Hamdi Bey’in oğludur. Babasının memuriyeti sırasında bulunduğu Erzincan’ın Tepecik köyünde 1908 yılında doğdu. Babası Kayseri'nin Bünyan Çağlayanı kıyısında yerleşmiş Burunguz isimli Türkmen oymağındandır, annesi Balıkesir'in Çepni yörüklerinden Kolağası Ahmet Ağa'nın kızıdır. Behçet ismi babasının amcasının ismi olarak, Kemal'de hürriyet kahramanı Namık Kemal'e izafetle verilmiştir.

1913 senesinde Behçet Kemal, Bolu'da İmaret İlkokuluna başlamıştır. İlkokul yıllarında bile dedesinden kendisine geçen yeteneğiyle şiir ezberlemeye ve okumaya meraklı olan Behçet Kemal'e öğretmenleri okulun bahçesinde yüksek bir yere çıkararak babasının ezberlettiği şiirleri okuturlardı.

Normal tahsiline 1915 yılında Konya'da başlamış, ilk olarak Mevlana türbesinin arkasındaki Numune Mektebi'ne devam etmiş, ertesi yıl, Konya Sultanisi'nin ilk kısmına devama başlamıştır. 1916 senesinin sonbaharında babası Kudüs Ziraat Müdürlüğü'ne tayin edildiğinden birkaç ay Kudüs'te kalmıştır.

Kudüs'ten Kayseri'ye gelen Behçet Kemal, ilk, orta ve lise tahsilini Kayseri'de yapmıştır. 1925 senesinde sınavla Zonguldak Maden Mühendis mektebine girmiş ve 1929 senesinde yüksek maden mühendisi olarak birincilikle bu mektepten mezun olmuştur. Maden Tarama Enstitüsü merkez mühendisi olarak Ankara'da göreve başlamıştır.

Halkevlerinin açılışında yazdığı ve şahsen rol aldığı Çoban Piyesi ve ardından yazdığı ve oynadığı Ergenekon Piyesi dolayısıyla Atatürk'ün dikkatini çekmiştir. Değerli, ünlü yazarlar ve politikacılar ile yakın münasebetler kurmuş, ancak kişisel hiçbir karşılık beklemeyen derin vatan ve Atatürk devrimleri hayranlığıyla hepsinin sevgi ve takdirini kazanmıştır. 1935'te Halkevleri müfettişi olarak görevlendirilmiş, bu görev ile yurdun her tarafını dolaşmış; halk şiirleri ve halk sanatı ile yakından ilgilenmek fırsatını bulmuştur.

Öncelikle Atatürk ve millî şiir temasında tanınmış, derin yurt sevgisi olan bir insandı. Haftalık dergiler ve günlük gazetelerde bu konularda makaleler yazmıştır. Atatürk'ün ölümü Behçet Kemal'in ruhunda derin bir acı yaratmış, memleketin ve milletin kurtulmasında Atatürk'ün başarılarının hayranı olarak, kendisini Atatürk'e ve onun devrimlerine adamasına sebep olmuştur.

TBMM VII.ve VIII. (24 Ocak 1949 istifa) Dönem Erzincan milletvekili hizmet etmiştir. 15 Ocak 1949' da Şemsettin Günaltay' ın başbakanlığa atanmasının ardından [2] Atatürk devrimlerinden ödün verildiği gerekçesiyle partisinden de milletvekilliğinden de istifa etmiştir. Daha sonra sırasıyla Robert Kolej'de öğretmenlik, Kurucu Meclis Devlet Başkanı Temsilciliği (6 Ocak 1961 - 15 Ekim 1961), TRT Yönetim Kurulu Başkanlığı, Akbank Neşriyat Müdürlüğü, TRT Program Uzmanlığı görevlerinde bulundu.

Kendi dilinden yaşamı

Kendi dilinden yaşamını 1966 yılında şöyle anlatmıştır:

    “ Babamın çeşitli bölgelerdeki memurluğu, benim bütün memleketi kapsayan Halkevleri Müfettişliğim ve Doğu sınırlarında geçen askerliğim sayesinde Anayurdu köşe bucak dolaşabildim. Anayurt gibi Atatürk'ü de yakından tanımak talihim var; bazı mısraları sofrasında yazdığım oldu. Zonguldak Yüksek Maden Mühendis Mektebi'nden diplomalıyım ama ilk günden beri Anadolu'nun insan cevheri ile haşır neşirim. Faruk Nafiz Çamlıbel, Eflatun Cem Güney edebiyat hocalarımdı. Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın sohbetlerinden yıllarca feyzaldım. Doğuda tanışıp kaynaştığım halk ozanları bana halkımı bir kat daha tanıtıp sevdirdiler. 1948 başlarında laiklik ve devletçilik ilkelerinde Atatürk'ün yolundan çıktığını gördüğüm için saflarından ayrılmaya karar verdiğim partinin bana sağladığı milletvekilliğini, Meclis kürsüsünden istifa etmek suretiyle bıraktım. Başka bir parti aday gösterdi, noter marifetiyle reddettim. Temsilciler Meclisi'ne çağrıldım, umutla katıldım. Cumhurbaşkanlığı kontenjanından senatör olmam istendi. Günlük politikadan tiksindiğim için kabul etmedim. O gün bu gündür yazarlık ve öğretmenlik yapıyorum.

1942 yılına 34 yaşındayken Kayseri'de yazdığı bir şiirinde ise kendini şöyle tanımlıyordu: Behçet Kemal, sanat yolculuğuna nasıl bir düşünce ve inançla çıktığını 1935'te Yücel Dergisi'nde şöyle belirtiyordu:

    “ Benim ruhum denizin, Ada camlarının, Boğaziçi mehtabının işlediği bir dantela değildir. Ben 20 yaşıma kadar büyük şehir ve deniz görmedim. Fakat acunun en büyük, en temiz ve en derin halkı içinde yetiştim. Anadolu'da doğdum ve büyüdüm. Daha 15 yaşındayken saçımda ak, ciğerimde verem tahayyül ederek yazmaya heveslendiğim zamanlar oldu zannetmeyiniz. Ben edebiyata ağlayarak değil, haykırarak; şüphelenerek değil, inanarak başladım. Haykıracağım ve inandığım şeyi yazmaktan başka bir şeyi yapmaya niyetim yok...

İlk şiiri arkadaşlarıyla çıkardıkları Hep Gençlik dergisinde yayımlanan Behçet Kemal, daha sonra Türk Yurdu ve Hayat (1927) dergilerinde göründü. Ulus'ta yayımlanan kimi şiirlerinde "Ankaralı Aşık Ömer" adını kullanmış, 1949'da Şadırvan dergisini çıkarmıştır. İstanbul Radyosu'nda, 27 Mayıs'tan önce ve sonra, aralıklı olarak Şiir dünyamız programını yönetmiştir.

Behçet Kemal'in şiiri biçim ve öz olarak iki kaynaktan beslenir: Halk şiiri ve Kemalizm. Giderek ulusal duyguları dile getiren deyişleri ve yurt güzellikleri bile bu özle belirlenir. Hecenin olanaklarını, en yüksek sesi verebilmek için zorlar. Birey için değil, kalabalıklar içindir şiiri.


Şiir kitapları

Erciyesten Kopan Çığ (şiir, 1933)

Burada Bir Kalp Çarpıyor (şiir, 1933)

Benden İçeri (bütün şiirleri, 1966)

Behçet Kemal Son Şiirleri (1970,ö.s.)

Oyunları

Çoban (1933),

Atilla (1935),

Deniz Abdal.

Öteki yapıtları

Halkevler (inceleme 1935),

Hasan Ali Yücel ve Eserleri (1937),

Hür Mavilikte Gezi (1947),

Dolmabahçe'den Anıtkabir'e Kadar (Gözlemler 1955),

Kur'an-ı Kerim'den İlhamlar (1966),

Atatürk Deniz'inden Damlalar (antoloji 1967),

Battal Gazi Destanı (1968),

Bugünün Diliyle Atatürk'ün Söylevleri (1969).

Yeğeni Selcan Cağlar tarafından yayına hazırlanan 4 adet eseri Destanlar (1997), Bitmez Tükenmez Anadolu (1994) Benden İçeri (1994)ve Kuran'ı Kerim'den İlhamlar (1995) Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı tarafından basılmıştır.

31 Mayıs 2022

Dîvânu Lugâti't-Türk

Dîvânu Lugâti't-Türk (Arapça: ديوان لغات الترك), Orta Türkçe döneminde Kâşgarlı Mahmud tarafından Bağdat'ta 1072-1074 yılları arasında yazılan Türkçe-Arapça bir sözlüktür. Türkçenin bilinen en eski sözlüğü olup Batı Asya yazı Türkçesiyle ilgili var olan en kapsamlı ve önemli dil yapıtıdır.


Bir kültür hazinesi olan Dîvânu Lugâti't-Türk (DLT), bir yandan XI. asırda söz varlığının genişliğini ve çeşitliliğini gözler önüne sermekte, bir yandan da o dönemde insan ve toplum yaşamıyla, maddi ve manevi kültürle ilgili, ilgi çekici kayıtlar ortaya koymaktadır. Bu bakımdan zamanımızdan yaklaşık bin yıl önce yazılan DLT, Türkçenin ilk sözlüğü olmaktan öte pek çok araştırmacının teslim ettiği üzere tarihî ve kültürel başvuru kaynaklarımızın da ilklerindendir. Toplumların yaşam biçimleri, dünyayı algılayışları o toplumun dilinde de kendini gösterir. DLT, yaklaşık bir asırdır Türklük biliminin başlıca araştırma konularından biri olmuştur. Bu eser, edebiyat bakımından önemli olduğu kadar kültür özelliklerini yansıtması bakımından da değerlidir.

Kökleşik Arap sözlük bilgisi ilkelerine göre hazırlanmış olan sözlük, Kâşgarlı Mahmud'un Türk boylarıyla ilgili ayrıntılı bilgisinin yanı sıra, Arap dil bilimi konusunda da esaslı bir eğitim görmüş olduğunu gösterir.

Eserin Genel Özellikleri

11. yüzyılda yazılmıştır.

Türkçenin ilk sözlüğü, antolojisi, ansiklopedisi ve dil bilgisi kitabıdır.

Araplara Türkçe öğretmek, Türkçenin yaygınlığını göstermek için yazılmıştır.

Kâşgarlı Mahmud tarafından Bağdat'ta yazılmıştır.

Müellifi, Türklerin o devirde yaşadığı coğrafyayı dolaşarak derlemeler yapmıştır.

Sözcükleri güzel örnekleyen atasözleri ve şiirler kullanmıştır (Bu özelliği onun, kendinden sonraki Türk edebiyatı için çok önemli bir kaynak olmasını sağlamıştır.).

Yaklaşık 9 bin Türkçe sözcük içerir.

Dönemin özelliklerini yansıtan kelimeleri barındırır.

Karahanlı Türkçesi ile yazılmıştır.

Kâşgarlı Mahmud

11. yüzyılda, Karahanlılar döneminde yetişen, soylu bir aileden gelen ve iyi bir eğitim alan Kâşgarlı Mahmud, bilinen ilk Türk dil bilginidir. "Kâşgarî" mahlasıyla da tanınan ünlü Türk dil bilgini, Türk yurtlarını adım adım gezerek derlediği sözcük, bilgi ve şiir örnekleriyle o dönemin Türk diline ilişkin bilgiler vermiştir. Bir dönem Bağdat’ta bulunan Kâşgarlı Mahmud, Türk kültürünün Araplara tanıtılmasında büyük rol oynamıştır.

Türkçeyi Araplara öğretmek amacıyla Dîvânu Lugâti’t Türk ve Kitâbu Cevahirü'n-Nahv fi Lugati't Türk adlı kitapları yazmıştır. Bu tür çalışmalarıyla Türkçenin gelişmesine ve Türk dil birliğinin sağlanmasına önemli katkıda bulunmuştur. Kâşgarlı Mahmud, ömrünün sonlarına doğru yeniden Kâşgar’a dönmüş ve burada ölmüştür.

Eser

Türk dilinin en eski ve değerli sözlüğünün, elde bulunan tek yazma nüshası, 1266 yılında Şam'da yaşayan müstensih Muhammed bin Ebû Bekir ibn Ebi'l-Feth es-Sâvî ed-Dimaşki (Muḥammad bīn Abū Bakr ībn Abū'l-Fath aṣ-Ṣāvī ad-Dimašqī) tarafından temize çekilip 1 Ağustos 1266 (Hicri 27 Şevval 664) Pazar günü tamamlanmıştır.

El yazma nüshası 638 sayfadır ve yaklaşık 9.000 Türkçe kelimenin ve cümlenin oldukça ayrıntılı Arapça ve başka dillerde açıklamasını içerir. Ayrıca Türklerin tarihine, coğrafi yayılımına, boylarına, lehçelerine ve yaşam yöntemlerine ilişkin kısa bir ön söz ve metin içine serpiştirilmiş bilgiler içerir. Antepli Aynî ve Kâtip Çelebi Dîvân'dan söz etmiştir.

Ali Emîrî Yazması

1915 yılında İstanbul’da tesadüfen Ali Emîrî Efendi (1857-1923), eski Maliye nazırlarından Nafiz Bey’in akrabası yaşlı bir hanım tarafından Sahaflar Çarşısı’nda satılması için Burhan Bey’in sahaf dükkânına bırakılan bu Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün birinci nüshası eserini, 3 lira bahşiş verip toplam 33 liraya satın almıştır. Bir söylentiye göre de yanında para olmadığı için eve gidip parayı alana dek kitabın başkasına satılmaması için, dükkân sahibini dükkâna kilitlemiştir.

Ali Emîrî yazması, Sadrazam Talat Paşa'nın (1874-1921) araya girmesi ile Kilisli Rıfat Bilge Bey'in denetimi altında 1915-1917 yılları arasında üç cilt hâlinde basılmış, Türkoloji camiasında büyük yankı uyandırmıştır.


Breslav Üniversitesi, Sami Dilleri Profesörü Carl Brockelmann 1928 yılında atasözlerini, halk edebiyatı örneklerini ve Türk edebiyatı ve dili ile ilgili bulunan bütün kısımları ayrıntılı notlarla sözlüğün Almanca çevirisini yayımlamıştır. Besim Atalay'ın modern Türkçe çevirisi 1940 yılında Türk Dil Kurumu tarafından basılmıştır.

1982-1985 yılları arasında Robert Dankoff ve James Kelly tarafından yayına hazırlanan ve çevirisi yapılan önsöz ve fihrist (gösterge) içerikli İngilizce çevirisi, Harvard Üniversitesi Yayınevi tarafından neşredilmiştir.

Kâşgarlı Mahmud’un eserinin keşfedilmesi ve yayımlanması, Türkoloji tarihinde çığır açan bir olaydır. Kâşgarlı Mahmud'un Dîvânu Lugâti’t-Türk döneminde yazdığı ve o döneme ışık tutan başka bir eseri Kitâbu Cevâhirü'n-Nahv fi Lugati't Türk ise kayıptır.

Ön Söz

Kâşgarlı Mahmud, Dîvânu Lugâti't-Türk'e şöyle başlar:

"Esirgeyen, koruyan Allah'ın adıyla Tanrı'nın, devlet güneşini Türk burçlarından doğurmuş olduğunu ve Türklerin ülkesi üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş olduğunu gördüm. Allah onlara Türk adını verdi ve yeryüzüne hâkim kıldı. Cihan imparatorları Türk ırkından çıktı. Dünya milletlerinin yuları, Türklerin eline verildi. Türkler, Allah tarafından bütün kavimlere üstün kılındı. Hak’tan ayrılmayan Türkler, Allah tarafından hak üzerine kuvvetlendirildi. Türkler ile birlikte olan kavimler aziz oldu. Böyle kavimler, Türkler tarafından her arzularına eriştirildi. Türkler, himayelerine aldıkları milletleri, kötülerin şerrinden korudular. Cihan hâkimi olan Türklere herkes muhtaçtır. Onlara derdini dinletmek, bu suretle her türlü arzuya nail olabilmek için Türkçe öğrenmek gerekir."

Bölümler

"Ben bu kitabı hikmet, seci, atalar sözü, şiir, recez, nesir gibi şeylerle süsleyerek hece harfleri sırasında tertip ettim. ... Bu lugat kitabını baştan sonuna dek sekiz ayırımda topladım."

Hemze kitabı,

Salim kitabı,

Muzaaf kitabı,

Misal kitabı,

Üçlüler kitabı,

Dörtlüler kitabı,

Gunne kitabı,

İki harekesiz harfin birleşmesi kitabı.

Harita

Kâşgarlı Mahmud'un 11. yüzyılda Balasagun'u merkez alarak çizdiği dünya haritası o dönem Türklerinin yaşadıkları bölgeleri ve dağılımlarını göstermesi bakımından dikkate şayandır.


Harita, Türklerin bulunduğu bölgeleri göstermek amacıyla çizilmiştir. Daire şeklinde olan haritanın çevresinde doğu, batı, kuzey, güney yönleri belirtilmiş, bazı deniz ve ırmaklar gösterilmiştir. Batıda işaret edilen yerler İdil boylarına yani Kıpçaklar ve Frenklerin oturdukları bölgelere kadar uzanır. Eserde güneybatıda Habeşistan'a, güneyde Hint ve Sint'e, doğuda Çin ve Japonya ve batıda Anadolu dâhil birçok memlekete işaret edilmiştir.

Şehirler ve Seyahat Güzergâhı

Ortada Balasagun, solda sırası ile İsbicâb, Taraz, Nzl (Näzäl), Yafınç, İkiöküz ve Kumi Talas, sağda ilk başta Barsgan, sonra aynı sırada üç şehir daha işaretlenmiş fakat isimleri yazılmamıştır, ikinci sırada sırası ile Koçnğar başı, Uç, Barman ve Koçu, üçüncü sırada başta Kâşgar, Yarkent, Hotan, Çurçan ve Şançu.

Uygur ilinde (بِلَدُ أويغور, Bilādū Uyghur) yedi tane şehir işaretlemiş fakat bunlardan yalnız Beşbalık, Can-balık, Qočo ve Sulmi gibi şehirlerin isimlerini haritaya yazmıştır. Suyun çıktığı bozkırlar ve kumlar ise Lop Nur Gölü olabilir.

Tohsı ve Çiğil İlinde

Kuyas, Kayas (Saplığ Kayas, Ürünğ Kayas ve Kara Kayas).

Oğuz İlinde

Karnak, Sapran (Sepren), Sitgün, Karaçuk (Fârap), Cend, Yenkend (Dizruyin), Sugnak

Yağma İlinde

"ترتق Tartuk" "Yağma ilinde bir şehir." O dönemde Siri Derya havzasında konumlanmıştır.

Uygur İlinde

Aşçan (Aşıçan), Beşbalık, Can-balık, Çurçan, Koçu, Kinğüt (Künğüt), Qočo, Sulmî, Xotan (Udun), Yanğıbalık ve Yarkent.

Diğerleri

Barçuk, Buhara, Bulgar (Bolğar), Itlık, İnçkend, Katun sını, Kazvin, Kençek Señir, Keşmir, Kum, Mankent, Merv, Nişabur, Özçent (Özçend, Özkent), Özkend (Fergana), Sayram (İsbicâb), Semerkand (Semizkend), Suvar, Şaş (Taşkent, Terken), Şıknı, Tünkent, Türk, Yafgu ve Xoçand gibi daha birçok Türk kentleri yer almıştır.

Ülkeler ve Halklar

Asya'nın batısı, kuzeyi ve güneyi çizilmeden bırakılmış, bir plan olarak bile pek çok hatalarla dolu olmasına karşılık, doğu bölgelerine ilişkin verdiği bilgiler gerçeğe uymaktadır. Haritasında Çin Seddi'ni göstermiş, bu seddin ayrıca yüksek dağların ve denizin Ye'cüc ve Me'cüclerin (Arapça: يأجوج و مأجوج; Ya'jūja Wa Ma'jūja) dillerinin öğrenilmesini engellediğini bildirmiştir. Japonya'ya gelince onu haritasının doğusunda bir ada olarak göstermiş ve denizin onların dillerini öğrenilmesine olanak vermediğine işaret etmiştir.

İlk Japonya haritası bir Japon tarafından 14. yüzyılda çizilmiş, bir dünya haritasında yer alması ise 15. yüzyılda olmuştur. Bütün bu bilgilerin ışığı altında -bir plan biçiminde ve yanlışlarla dolu da olsa- ilk Japonya haritası 11.yüzyılda Kâşgarlı Mahmud tarafından çizilmiştir.

Dîvânu Lugâti't-Türk'ten Orta Asya ve Uzak Doğu’nun o zamanki coğrafi deyimleri öğrenilmektedir:

"Tawgaç: Maçin'in adıdır. Burası Çin'den dört ay uzaktadır. Çin, aslında üç bölüktür: Birincisi; Yukarı Çin'dir ki doğudadır, buna "Tawgaç" derler. İkincisi Orta Çin'dir, burası "Xıtay" adını alır. Üçüncüsü Aşağı Çin'dir, "Barxan" adı verilir; bu, Kâşgar'dadır. Lâkin şimdi "Maçin", "Tawgaç" diye tanınmıştır. "Xıtay" ülkesine de "Çin" denilmiştir."

Bütün uzmanların fikrine göre Kâşgarlı Mahmud’un Dîvân’ında tarihî coğrafya bakımından önemli bilgiler vardır: “Yazarın verdiği bilgiler genellikle güvenmeğe değer, Orta Asya’da yeni arkeoloji buluntuları da bunları sık sık teyit etmektedir.”

Türk Boyları

" أوغوز Oğuz: Bir Türk boyudur. Oğuzlar Türkmen'dirler. Bunlar yirmi iki bölüktür, her bölüğün ayrı bir belgesi ve hayvanlarına vurulan bir alameti (tamgası) vardır. Birbirlerini bu belgelerle tanırlar. Birincisi ve başları: قنق Kınıklardır. Zamanımızın hakanları bunlardandır. Hayvanlarına vurdukları işaret şudur: Kinik.png ......, Bu saydığım bölükler köktür. Bu kökten bir takım oymaklar çıkmıştır; onları söylemedim, sözü kısa kestim. Bu bölüklerin adları onları kurmuş olan eski dedelerin adlarından alınmıştır. Araplarda dahi böyledir."

Oğuzları tanımladıktan sonra

"Yağma, Toxsı (Tukhs), Kıpçak, Yabaku, Tatar, Kay Çomul ve Oğuzlar, birbirlerine uygun olarak ذ (zel; dh) harfini her zaman ى'ye (ye; y) çevirirler ve hiçbir zaman ذ‎'li söylemezler. 'Kayınağacı'na bunlardan başkası 'kadhınğ', bunlar 'kayınğ' derler." ve "اراموت Aramut: Uygur illerine yakın oturan bir Türk bölüğü." ve "Bir yer adı.", "Rum ülkesine en yakın olan boy Beçenek'tir; sonra Kıpçak, Oğuz, Yemek, Başgırt, Basmıl, Kay (Kayı), Yabaku, Tatar, Kırkız (Kırgız) gelir. Kırgızlar Çin ülkesine yakındırlar.". Ayrıca "Çomul boyunun kendilerinden bulunduğu çöl halkı ayrı bir dile sahiptir, Türkçeyi iyi bilirler. Kay, Yabaku, Tatar, Basmıl boyları da böyledir. Her boyun ayrı bir ağzı vardır, bununla beraber Türkçeyi de iyi konuşurlar. Kırgız, Kıpçak, Oğuz, Toxsı (Tukhs), Yağma, Çiğil, Oğrak, Çaruk boylarının öz Türkçe olarak yalnız bir dilleri vardır. Yemeklerle Başgırtların dilleri bunlara yakındır. ... Dillerin en yeğnisi Oğuzların, en doğrusu da Toxsı ile Yağmaların dilidir." şeklinde Türk boylarının yerlerini ve ağızlarını tanımlamıştır.

Soğdak, Kençek, Argu, Xotan, Tübüt ve Tenğüt halkları hakkında Kâşgarlı Mahmud, Dîvânu Lugati't-Türk’te şu bilgileri de verir:

"En açık ve doğru dil -ancak bir dil bilip- Farslarla karışmayan ve yabancı ülkelere gidip gelmeyen kimselerin dilidir. İki dil bilen şehirlilerle düşüp kalkan kimselerin dilleri bozuktur. İki dil bilenler 'سغداق Soğdak', 'كنجاك Kençek', 'ارغو Argu' boylarıdır. Gezginci olarak yabancılarla karışanlar 'شْتَن Xotan' ve 'تبت Tübüt' halkı ile 'طَنغُت Tenğüt'lerin bir kısmıdır."

Kâşgarlı Mahmud, 1041 yılında Müslüman Türklerle Pagan Yabaku ve Basmıl Türkleri arasında cereyan eden büyük savaşa iştirak eden Türk gazilerini görmüş ve onlarla konuşması, eserini yazdığı tarihten aşağı yukarı otuz yıl önce Türkistan’da, Kâşgar’da ve çevresinde bulunmuş olması gerekir. Kâşgarlı Mahmud, koyu bir Müslümandır. Pagan Türklerle savaşan, Budistlerin tapınaklarını yıkıp putlara en ağır hakaret eden gazilerin destanlarından parçalar nakletmektedir.

Keldi maŋa Tat

Aydım emdi yat

Kuşka bolup et

Seni tiler us böri

"Bana bir Tat geldi. Ona, 'Yat, kuşlara et ol; kuşlar, kurtlar seni bekler.' dedim."

Kâşgarlı, bu gibi şiirleri aktarırken mutaassıp bir Müslüman heyecanıyla izah eder. Fakat Müslüman Türklerin eski Şamanizm kalıntılarından olan kelimeleri ve terimleri izah ederken tam bir Şamanist Türk gibi konuşur.

Bazen Şamanist kalıntısı olan inanışları ifade eden kelimeleri ve terimleri anlatırken “Türkler böyle inanırlar.”, “Bu inanış çok yaygındır.” demekle yetinir. Kâşgarlı’nın Umay üzerine verdiği bilgiler dikkate değer. Umay, eski Türklerin dişi tanrılarından biridir (çocukları koruyan ruh). Kâşgarlı’nın bu ruh hakkında verdiği bilgi pek fazla İslamlaştırılmıştır. Bununla beraber “umayka tabınsa ogul olur ( = Kadınlar bunu uğur sayarlar.)” diyerek eski inanışa da işaret etmiştir.

Çıvı cinlerden bir bölük. İslam'dan önce Göktanrı dinini (Tengricilik) benimseyen Türkler şuna inanırdı ki iki bölük birbiriyle çarpıştığı zaman bu iki bölüğün vilayetlerinde oturan cinler dahi kendi vilayetlerinin halkını kollamak için çarpışırlar. Cinlerden hangi taraf yenerse onlardan yana çıktığı vilayet halkı da yener. Geceleyin bu cinlerden hangisi kaçarsa onların bulunduğu vilayetin hakanı da kaçar. Türk askerleri geceleyin cinlerin attıkları oktan korunmak için çadırlarında saklanırlar. Bu; Türkler arasında yaygındır, görenektir.

Dîvânu Lugâti't-Türk'te; "قُلباَق Kulbak: Bir Türk tapganın, din ulusunun adıdır. Balasagun dağlarında bulunurdu. Anlattıklarına göre, bir gün sert bir kaya üzerine "تآنغرِ كُلِ كُلبَك Tengri kulı Kulbak" diye yazar, yazı apak meydana çıkar, bir de bir ak kaya üzerine bu yazıyı yazar, yazı kara olarak belirir. İzleri bugüne kadar durmakta imiş."

Günümüzde Moğolistan Halk Cumhuriyeti’nin Bulgan Aymag (Moğolca: Булган Аймаг) bölgesinin sınırları içinde, Gurvanbulag (Moğolca: Гурванбулаг) Sum'un (Moğolca: сум, ok) 17 km güneydoğusundaki Gurvaljin Uul’da (1.176 m yükseklik) bulunmaktadır. Yazıt, 130-103x98-92 cm boyutundaki granitten bir kaya üzerine yazılmıştır. Yazıt başka bir yere (bir anıt mezara) götürülmek üzere burada hazırlanmıştır. Yazılı olduğu granit kaya parçası, üçgen şeklindeki bir dağın eteğinde bulunduğundan, Moğol bilginlerce Gurvaljin Uulın Türeg Biçes (Üçgen Dağın Türk yazıtı) diye adlandırılmıştır. Gurvaljin sözcüğü Moğolcada "üçgen", uul ise "dağ" anlamına gelir. Yeri O. Namnandorj tarafından saptanan yazıt üzerinde ilk yayınlar Moğol ve Rus bilginlerce yapılmıştır. Türk bilginler ise, yazıtı "Gürbelçin Yazıtı", "Gürbelcin Yazıtı", "Gürbelçin Abidesi", "Gurbalcin Yazıtı", "Gurvaljin Yazıtı", "Gurvaljin Uul Yazıtı" biçiminde adlandırmışlardır. Fakat bu şekilde adlandırılmasıyla "üçgen yazıtı" anlamına gelmektedir. Oysa yazıtın adı, Moğolcada "Gurvaljin Uulın Türeg Biçes" sözcük kümesiyle karşılanmıştır. Bu sözcük kümesinin Türkçedeki karşılığı "Üçgen Dağın Türk Yazıtı" şeklindedir. Dolayısıyla bu yazıtın "Üçgen Dağın Türk Yazıtı" diye adlandırılması daha uygundur.

Üçgen Dağın Türk Yazıtı'nda bulunan ibare şudur:

Tengri kulı, bitidim

Bu ibare, günümüz Türkçesi ile "(Ben) Tanrı kulu, yazdım." anlamına gelmektedir. Yazıttaki bu ibare, Kâşgarlı Mahmud'un anlatmış olduğu Kulbak adlı eski Türk erenini akla getirmektedir.

09 Mart 2022

Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Yakup Kadri Karaosmanoğlu (27 Mart 1889, Kahire - 13 Aralık 1974, Ankara), Türk yazar ve diplomat.

Roman, öykü ve makaleleri ile Türk toplumunun Tanzimat’tan bu yana geçirdiği değişiklikleri anlatmış bir yazardır. Asıl ününü romanları ile sağlayan yazarın en ünlü romanları Nur Baba, Kiralık Konak ve Yaban'dır. Edebiyat yaşamının başında Fecr-i Ati edebiyat topluluğunun kurucu üyeleri arasında yer almış; daha sonra bireyci düşüncelerden uzaklaşarak toplumculuğu kabul etmiş bir yazar olarak değerlendirilir.

Millî Mücadele yıllarında ve sonrasında etkin bir siyasal yaşam sürmüştür. Millî Mücadeleden itibaren Atatürk’ün yakın arkadaşları arasında yer almıştır.

TBMM II., III. Dönem Mardin, IV. Dönem (Tiran Elçiliğine atanması nedeni ile 27 Ekim 1934 tarihinde istifa) ve 1.(XII) Dönem Manisa Milletvekilliği, Kurucu Meclis Millî Birlik Komitesi Temsilciliği (6 Ocak 1961 – 15 Ekim 1961) yapmıştır.

Kadro dergisinin kurucularındandır. Dergi, devrin yöneticileri ile fikir ayrılığına düşüp Kemalizm’i değiştirmekle suçlanarak kapanmasından sonra diplomat olarak yurt dışında çeşitli görevlerde bulunmuştur.

Anadolu Ajansı'nın kurucularındandır, ömrünün son yıllarında ajansın yönetim kurulu başkanlığını yapmıştır.

Hayatı

1889 yılında Mısır'ın Kahire şehrinde dünyaya geldi. Babası, Manisa’nın tanınmış Karaosmanoğlu Ailesi’ne mensup Abdülkadir Bey, annesi İkbal Hanım’dır. Babası, 1833 yılında Kavalalı İbrahim Paşa’nın Manisa’yı işgali sırasında ona yakınlık göstermiş ve onun Mısır’daki konağına yerleşmişti. Abdülkadir Bey’in konak halkından İkbal Hanım ile yaptığı evlilikten dünyaya gelen ikinci çocuğu Yakup Kadri idi.

Ailesi, Mısırlı İbrahim Paşa’nın ölümü üzerine Türkiye’ye gelince ilköğrenimini Manisa’da Fevziye Mekteb-i İptidaisi’nde tamamladı. 1903'te İzmir İdadisi'ne girdi. Şahabettin Süleyman ile arkadaşlığı bu okulda iken başladı. Çocukluk yıllarında başlayan edebiyat ilgisi, lise yıllarında daha da arttı Babasının ölümü üzerine İzmir İdadisi’ndeki eğitimini tamamlayamadı; 1905 yılında annesiyle Mısır'a döndü. Mısır’daki Jön Türkler ile tanıştı, İzmir’e dönme isteğinden vazgeçti. Jön Türkler’in etkisiyle politikaya ilgi duymaya başladı İskenderiye'deki bir Fransız okulunda ve İsviçre Lisesi’nde eğitim görerek iki yıl sonra ortaöğrenimini tamamladı. Bu yıllarda öğrendiği Fransızca ile Flaubert, Guy de Maupassant, Alphonse Daudet gibi ünlü batılı yazarları okudu. Şerafettin Mağmumi’nin çıkardığı “Türk” adlı dergide Maupassant’tan yaptığı ilk çeviri öykülerini yayınladı.

1908'de ailesiyle İstanbul’a döndü, Yeldeğirmeni semtine yerleşti ve Balkan Savaşı’na kadar burada yaşadı.[6] Bu arada İstanbul Hukuk Mektebi'ne kaydoldu ancak okulu üçüncü sınıftan terk etti. 1909'da arkadaşı Şahabettin Süleyman aracılığıyla Fecr-i Âti topluluğuna katıldı. Aynı yıl Henrik Ibsen’den esinlenerek yazdığı ilk oyunu “Nirvana”, Resimli Kitap Dergisi’nde yayımlandı. Edebiyat yaşamını Servet-i Fünûn dergisinde küçük öyküler yayımlayarak sürdürdü. Mensur şiirler de kaleme aldı.

Paris’ten dönen Yahya Kemal ile birlikte edebiyatta, “Nev-Yunanilik” adını verdikleri yeni bir çığır açmak için uğraştı ancak çabaları ilgi görmedi. Yunan ve Latin kaynakları dışında doğu mitolojisine de ilgi duydu. Bu ilgisi nedeniyle bir Çamlıca’daki Kısıklı Bektaşi tekkesine devam etti ve gözlemlerinden yayımlanarak “Nur Baba” romanını yazdı ama karşılaşacağı tepkilerden çekinmesi ve İsviçre’ye gidecek olması nedeniyle romanını o dönemde kitap olarak yayımlamadı.

Bergson ve Freud’un görüşlerinden yararlanarak ruh tahlillerine geniş yer veren öyküler yazdı. İlk öykü kitabı “Bir Serencam”’ı 1913'te yayımlandı. Bu yıllarda Peyam Gazetesi’nde kadın sorunları, hayat, medeniyet ile ilgili birçok konuda makaleler yayımladı. Bir süre Üsküdar İdadisi’nde edebiyat ve felsefe öğretmenliği yaptı.

1912’de tüberküloza yakalandığını öğrenen Yakup Kadri, tedavi olmak için 1916'da İsviçre'ye gidebildi ; Mondros Mütarekesi’nin imzalanması üzerine yurda döndü.

Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı’nda yaşananlar Yakup Kadri’nin edebiyat anlayışını değiştirmesine neden oldu; sanatın "şahsi ve muhterem" olduğu düşüncesinden uzaklaştı. "'Toplum için sanat" anlayışına yöneldi ve Millî Edebiyat akımının sade dil anlayışını benimsedi.

Kurtuluş Savaşı yılları

Mondros Mütarekesi’nden sonraki günlerde İkdam gazetesinde yazılar yazan Yakup Kadri, yazılarında Türk Kurtuluş Savaşı'nı destekledi. Bir yandan da Yeni Mecmua’da “Erenlerin Bağından” adını verdiği nesirler yayımladı. Millî mücadele ile ilgili hikâyeler yazdı. Bu dönemdeki yazılarını daha sonra “Ergenekon” adlı eserinde kitaplaştırdı (1929).

1920'de Millî Mücadeleyi izlemek için bazı arkadaşlarıyla birlikte Ankara'ya çağrıldı. Batı cephesini dolaştı ve bu seyahatinden millî duyguları güçlenmiş, geleceğe dair ümit dolu olarak İstanbul’a döndü. Gazetecilik çalışmaları devam ederken en büyük eserleri olan romanlarını yayımlamaya başladı. “Kiralık Konak” romanı İkdam’da tefrika edildi. 1921’de ise daha önce yazdığı “Nur Baba” romanı Akşam gazetesinde tefrika ettirdi  ancak gelen tepkiler üzerine tefrika yarım kaldı. Eser, 1922’de kitap olarak yayımlandığında yazarının Türkiye’de ve ülke dışında tanınmasına büyük katkıda bulundu. Aynı yıl, Muhsin Ertuğrul tarafından filme de çekildi.

Nur Baba’yı bastırdıktan sonra Ankara’ya giden yazar, kendisine Tetkik-i Mezalim Komisyonu”’nda görev verilmesi üzerine Kütahya, Simav, Gediz, Eskişehir, Sakarya yörelerini dolaştı; gördüklerini belli bir zaman sonra kaleme alabildi. Bir yandan da Ankara’daki Hâkimiyet-i Milliye gazetesine makaleler ve İstanbul’daki Cumhuriyet gazetesine fıkralar yazdı.

9 Eylül zaferinden sonra TBMM’ye Mardin milletvekili olarak girdi. 1923’te Mutasarrıf Asaf Bey’in kızı, Burhan Asaf Bey’in kız kardeşi Leman Hanım ile evlendi.

Cumhuriyet yılları

Mardin milletvekili Yakup Kadri, 1925’te Anadolu Ajansı şirkete dönüştürüldüğünde ilk yönetim kurulu üyeleri arasında yer aldı ve “Harici Seksiyon Şefliği”’ni üstlendi. Yönetim kurulundan 1928'de ayrıldı.

1926’da tedavi için ikinci kez İsviçre’ye giden ve iki yıl kalan Yakup Kadri, izlenimlerini Milliyet gazetesi’ne gönderdi. Bu yazılar daha sonra “Alp Dağları’ndan” başlığıyla kitaplaştırıldı.

1927’de Hüküm Gecesi, 1928’de Sodom ve Gomore adlı romanlarını yayımladı.

1931-1934 yıllarında Manisa milletvekili olarak mecliste yer aldı. Cumhuriyet ve Hâkimiyet-i Milliye gazetelerinde sürdürdü.

Kadro dergisi yazarlığı

1932'de Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin ile birlikte Kadro dergisinin kurucuları arasında yer aldı. O yıl, Kurtuluş Savaşı gözlemlerinden ve Tetkik-i Mezalim Komisyonu’nda yer aldığı dönemden yararlanarak yazdığı Yaban adlı romanı Kadro dergisinde yayımlandı ve büyük yankılar uyandırdı. Romanda Türk milletinin büyük bir kurtuluş mücadelesi vermekte olduğu 1922 yılında aydın ile köylü arasındaki yabancılık ve uyuşmazlığı anlattı. Derginin hemen her sayısında sanat ve edebiyat üzerine denemeler yazdı.

Kadro dergisinin savunduğu bazı görüşler devlet yetkilileri tarafından aşırı bulununca derginin imtiyaz sahibi Yakup Kadri, 1934’te Tiran’a elçi olarak atandı ve dergi kapanmak zorunda kaldı.

Diplomatlık yılları

1934 yılında Tiran elçiliğine atanan Yakup Kadri, 1935'te Prag, 1939'da Lahey, 1942'de Bern, 1949'da Tahran ve 1951'de yine Bern elçiliklerine getirildi. 1955 yılında Bern elçisi iken emekli oldu. Zoraki Diplomat adlı eseri, diplomatlık yıllarının eseri olarak ortaya çıktı.

Emekli olduktan sonra kendi vatanına döndü ve gazete, dergi yazılarını sürdürdü. 1957'de Ulus gazetesinin başyazarlığını üstlendi.

1960’tan sonra

Yakup Kadri, 1960 İhtilali’nden sonra Kurucu Meclis Milli Birlik Komitesi Temsilciliği (6 Ocak 1961-15 Ekim 1961) yapmıştır.

Siyasal yaşamının son görevi 1961-1965 arasındaki Manisa milletvekili oldu. Bu dönemde İsmet İnönü'den sonra meclisin en yaşlı üyesi olarak Geçici Meclis Başkanı olarak görev yaptı. 1962 yılında partinin Atatürk ilkeleri ile ters düştüğünü iddia ederek CHP’den istifa etti. 1965 yılında politikadan çekildi.1966 yılında Anadolu Ajansı yönetim kurulu başkanlığına seçildi.

13 Aralık 1974’te Ankara’da tedavi görmekte olduğu Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde hayatını kaybetti. Cenazesi, İstanbul Beşiktaş’taki Yahya Efendi mezarlığında annesinin mezarı yanına defnedildi.

Yazarlık yaşamı

Yazarlığa Ümit, Servet-i Fünûn, Resimli Kitap gibi dergilerde başladı. Fecr-i Âticiler'in "sanat şahsî ve muhteremdir" görüşünü paylaştığı ve "sanat için sanat" yaptığı bu ilk döneminde Nirvana adlı bir oyun, makaleler, denemeler, düzyazı şiirler ve öyküler yazdı.

Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı sırasında ülkenin durumu, sanat anlayışını değiştirmesine yol açtı. Asıl ününü romanları ile sağlayan yazar; Türk toplumunun çeşitli dönemlerdeki gerçekliğini sergilemek istediği için bir ikisi dışında yapıtlarında belli tarihsel dönemleri ele aldı. Kiralık Konak I. Dünya Savaşı öncesinin, Hüküm Gecesi II. Meşrutiyet'in, Sodom ve Gomore Mütareke döneminin, Yaban Kurtuluş Savaşı yıllarının, Ankara Cumhuriyet'in ilk on yılının, Bir Sürgün ise II. Abdülhamid döneminin işlendiği romanlardır. Panorama 1923-1952 yıllarını kapsar.

Romanlarında yarattığı karakterlerin gerçekçiliği nedeniyle "Türk romanında belki ilk defa tipleri toplumsal koşullara ve tarihsel sürece bağlamaya çalışırken, bu tiplere canlı ve gerçek bir kişilik kazandırma uğruna bilinçli bir çaba göstermiş bir yazar” olarak nitelendirildi. Yaban, Ankara, Panorama romanlarında Milli Mücadele ve Anadolu ile ilgili konuları işleyerek edebiyatın Anadolu’ya açılmasında önemli rol oynadı.

Karaosmanoğlu 1920'lerden sonra iyimser bir devrimci görünümündeyken, sonra umutlarını yitirerek romancılığını devrimci yönde kullanmaktan vazgeçmiştir. 1955'ten sonra da anı kitaplarından başka bir şey yazmamıştır.


Romanları hakkında

Romanları arasında en önemli ve ünlüleri Nur Baba, Kiralık Konak ve Yaban'dır.

Karaosmanoğlu'nun ilk romanı olan “Nur Baba” 1922'de kitap olarak çıkmadan önce Akşam gazetesinde tefrika edilmişti. Döneminde olumlu ve olumsuz eleştirilerle karşılanan bu roman edebi gücünden çok ele aldığı konu bakımından dikkat çeker. Romanda, İstanbul’da bir Bektaşi tekkesinin şeyhiyle, evli bir kadın arasındaki tutkulu bir aşkın öyküsünü anlatır. Eser, kitap olarak basıldığında çok satılıp ve Karaosmanoğlu'nun ününü yaygınlaştırdı. Ancak Karaosmanoğlu Bektaşilik'in sırlarını açıklamak ve üstelik Bektaşilik'i küçük düşürmekle suçlandığı için romanın ilk ve ikinci baskılarına yazdığı "izah"larla bu suçlamalara karşı kendini savunmak gereğini duymuştur.

Basılan ilk romanı Kiralık Konak oldu. Bu, bireyci sanattan vazgeçtikten sonra yazdığı ilk romandı. Roman, Tanzimat'tan sonra değişen Osmanlı sosyal hayatını konu edinir. “Toplumda meydana gelen sosyal değişmeler, aile hayatını olduğu kadar, nesiller arasındaki ilişkileri de olumsuz yönlerden etkiler” ana fikri etrafında gelişir

1942'de CHP Roman Armağanı'nda ikinciliği kazanmış olan “Yaban”, Karaosmanoğlu'nun en başarılı romanı sayılır. Anadolu köylüsünün gerçeklerini dile getirdiği ve Türk aydını ile köylüsü arasındaki uçurumu gözler önüne serdiği için övülmüştür. Ancak bazı eleştirmenler de Karaosmanoğlu'nu, köylüye tepeden bakmak ve onu hor görmekle suçlamışlardır. Yeni ulusu yaratmak görevi de vatanı kurtaracak olan aydınlara düşmektedir. Yaban hem Anadolu'yu ve köylüyü konu edinen ilk önemli roman olmasıyla, hem de çirkin bir gerçekliği şiirsel bir üslupla dile getirmedeki başarısıyla Türk roman tarihinde saygın bir yere sahiptir.

Karaosmanoğlu toplumsal sorunlara belli bir siyasal açıdan eğilmiş bir romancı olmakla birlikte, bu sorunlara yaklaşımını elden geldiğince sanatsal bir düzeyde tutmaya çalışmıştır. Ona karşı yapılan eleştiriler daha çok romanlarının içeriğine ve bazen de diline yönelik olmuştur. Ruhsal çözümlemede, karakter yaratmada ve ele aldığı dönemin toplumsal gerçekliğini yansıtmadaki başarısı övgüyle karşılanmıştır.

1910'dan 1974'e dek verdiği eserler, üslup özellikleri bakımından Türkçenin geçirdiği bütün evreleri yansıtır. Yakup Kadri'nin Fransız etkisinde başlayan yazarlığı 1920'lerden sonra özgün bir sese kavuşarak siyasi ve sosyolojik konulara, tarihe, dönem çatışmalarına ve birey psikolojisini irdelemeye yönelmiştir.

Siyasi etkileri

Karaosmanoğlu Mustafa Kemal Atatürk'ün ve İsmet İnönü'nün en güvendiği aydınlardan biri olarak görülmüş ve tavsiyeleriyle Cumhuriyet Halk Partisi'nin kimi politikalarının şekillenmesinde önemli etkileri olmuş bir aydındır. Karaosmanoğlu, bu etkileri, Türk Kurtuluş Savaşı sonrası, Atatürk dönemi, İsmet İnönü dönemi, Demokrat Parti iktidarı ve 27 Mayıs darbesini anlattığı Politikada 45 Yıl ve 1934'te Tiran’da başlayıp 1954'te Bern’de noktalanan diplomatlık günlerini anlattığı Zoraki Diplomat adlı eserlerinde detaylı bir biçimde aktarır.

Yayımlanmış eserleri

Roman

Nur Baba (1922)

Kiralık Konak (1922)

Hüküm Gecesi (1927)

Sodom ve Gomore (1928)

Ankara (1934)

Yaban (1932)

Bir Sürgün (1937)

Panorama (1953)

Hep O Şarkı (1956)

Öykü

Bir Serencam (1914)

Rahmet (1923)

Ceviz (1925)

Milli Savaş Hikâyeleri (1922)

Şiir

Erenlerin Bağından (1922)

Okun Ucundan (1940)

Oyun

Nirvana (1909)

Veda (1929)

Sağanak (1929)

Mağara (1934)

Anı

Zoraki Diplomat (1955)

Anamın Kitabı (1957)

Vatan Yolunda (1958)

Politikada 45 Yıl (1968)

Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1970)

Monografi

Ahmet Haşim (1934)

Atatürk (1946)

Makale

İzmir’den Bursa'ya (1922; Halide Edib Adıvar, Falih Rıfkı Atay ve Mehmet Asım Us ile birlikte)

Kadınlık ve Kadınlarımız (1923)

Seçme Yazılar (1928)

Ergenekon (1929)

Alp Dağları'ndan ve Miss Chalfrin'in Albümünden (1942) 

29 Aralık 2021

Zaman su gibi akıyor

63312_4486920684981_275173933_n[1]güz ve kış ve ilkbahar geçti
yaz çarçabuk geçti
hepsi tekrar tekrar geçtiler
bu bana uzun geldi.
...
gecem avurtlarım gibi çöktü
ve çöktüm.
sabahım, sabahlarım
kabından taşan sütler gibi büyüdü
ve taştım.
gün güne taşındı, yıl yıla
gitmedim, gidemedim.
ki dedim
bana söz vermeliydi biri
sesi uzaklardan gelen
görünmez yıllarla ilgili.
evet bize söz vermeliydi biri, sesi uzaklardan gelen, görünmez yıllarla ilgili...
Edip CANSEVER

22 Aralık 2021

Halid Ziya Uşaklıgil


Halid Ziya Uşaklıgil (1866 – 27 Mart 1945), Servet-i Fünûn ve Cumhuriyet dönemi Türk romancı ve yazar. Bâzı edebî yazılarını Hazine-i Evrak dergisinde Mehmet Halid Ziyaeddin adıyla yayımlamıştır.
Servet-i Fünûn edebiyatının en büyük nesir ustası kabul edilir. İlk büyük Türk romanı olarak kabul görmüş Aşk-ı Memnû’nun yazarıdır. Türk romanının gerçek anlamda batılı bir kimlik kazanmasında önemli katkısı olmuş bir yazardır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Sultan Reşat devri mabeyn başkâtibi (1909-1912) ve Âyân Meclisi üyesi olarak görev yapmıştır.
Yaşamı
İstanbul’un Eyüpsultan semtinde doğdu. Uşşâkizâdeler diye anılan ve bir kolu İzmir’e yerleşerek halı ticaretiyle uğraşan Uşaklı Helvacızâdeler ailesine mensuptur. Babası halı tüccarı Halil Efendi, Uşak’tan İzmir’e göçmüş varlıklı bir ailedendi. Halid Ziya, o sırada İstanbul’a yerleşmiş olan Halil Efendi ile Behiye Hanım’ın üçüncü çocuğu olarak Dünya’ya geldi.
Mahalle mektebindeki ilk eğitiminin ardından Fatih Askeri Rüştiyesi’ne devam etti. 93 Harbi’nin başlaması ile Halil Efendi’nin işleri bozulunca aile, İzmir’e yerleşti ve Halit Ziya öğrenimini İzmir Rüştiyesi’nde sürdürdü. Ardından İzmir’de Ermeni Katolik rahiplerinin çocukları için kurulmuş yatılı bir okula devam ederek Fransızcasını geliştirdi; Fransız edebiyatını yakından tanıdı.


Fransızca çeviri denemeleri yaptıktan sonra henüz öğrenci iken ilk yazılarını yayımlamaya başladı. Önce İzmir çevresinde kendini tanıttı. Bâzı edebî yazılarını İstanbul’da Hazine-i Evrak adlı önemli bir dergide “Mehmet Halid” adıyla yayımladı. İlk yazısı Hazîne-i Evrak’ta çıkan “Deniz Danası”dır. İlk edebî yazısı (mensur şiir) “Aşkımın Mezarı” ise Tercüman-ı Hakikat’te yayımlandı (23 Nisan 1883). 1884’te Envâr-ı Zekâ’ya tercümeler yaptı. Tevfik Nevzat ve Bıçakçızâde Hakkı’yla birlikte “Nevruz” dergisini çıkarmaya başladı (13 Mart - 27 Ağustos 1884 arasında on sayı). Burada Alfred de Musset, Victor Hugo gibi Fransız romantiklerinden nesir halinde şiir tercümeleri, Louis Figuier’den popüler fenle ilgili yazılar ve derginin ilavesi olarak George Ohnet’nin “Demirhane Müdürü” adlı romanını yayımladı.
İstanbul’a giderek hariciyeci olmak için başvurdu; başvurusu kabul edilmeyince İzmir’e döndü. İstanbul’da bulunduğu süre içinde Fransız edebiyat tarihi ile ilgili olarak uzun süredir yazmak istediği kitabı yazdı. Garbdan Şarka Seyyale-i Edebiye: Fransa Edebiyatının Numune ve Tarihi adlı kitabı 1885’te 84 sayfa olarak basıldı. Bu eser, onun basılan ilk kitabıdır ve Türkçede basılmış ilk Fransız edebiyatı tarihi olma özelliği taşır. İzmir’e döndükten sonra İzmir Rüştiyesi’nde Fransızca öğretmenliği yaptı, öğretmenliğe devam ederken Osmanlı Bankası’nda çalışmaya başladı. İzmir İdadisi’nin açılmasından sonra öğretmenliğe bu okulda devam etti; Fransızcanın yanı sıra Türk Edebiyatı dersleri verdi.
Hizmet Gazetesi
1886’da idadide birlikte çalıştığı arkadaşı Tevfik Nevzat ile birlikte “Hizmet” adlı bir gazete çıkararak yapıtlarını burada yayımladı. Hizmet, vali Halil Rıfat Paşa ve hukuk dairesi reisi himayesinde yayımlanmış ve şehrin kültür sanat hayatına canlılık getirmiş, Halit Ziya’ya ise geniş bir yazı alanı açmıştı. İlk eserlerinden “Nemide” (1889), “Bir Ölünün Defteri” (1889), “Ferdi ve Şürekâsı” (1894) Hizmet’te tefrika edilmiş duygusal, kısa romanlardır. 1885’te dizi olarak yayımlamaya başladığı “Sefile” adlı ilk romanı ise ahlaka aykırı olduğu gerekçesi ile yasaklandığı için yarım kaldı ve kitap haline gelmedi. Bu romanda masum bir genç kızın aldatılışını ve çektiği acıları anlatmaktaydı.
Halit Ziya’nın romanları kadar mensur şiirleri de ilgi uyandırmış ve moda olmuştu. Mensur şiirler, Muallim Naci gibi divan şiiri taraftarlarından olumsuz eleştiriler alsa da, Recaizade Mahmut Ekrem, Hizmet’e gönderdiği tebrik yazısı ile yetenekli bulduğu Halit Ziya’ya destek vermişti.
Yazar, dünya edebiyatı hakkında, tiyatro tarihi hakkında yazı dizileri hazırlamış; romantizmin temsilcisi Ahmet Mithat Efendi’yi eleştirdiği ve realizmi savunduğu bir eleştiri dizisi yayımlamıştır.
Halit Ziya, 1888’de annesi Bediye Hanım’ı kaybetti. 1889’da amcası ile iki aylık seyahate çıkarak Uluslararası Paris Sergisi’ni gördü. Gezi izlenimlerini Hizmet ve Tarîk’e gönderdiği mektuplarda anlattı. Aynı yılın sonunda Meclis-i Ayan Reisi Emin Ali Efendi’nin kızı Fatma Memnune Hanım’la evlendi. Halit Ziya’nın bu evlilikten 6 çocuğu dünyaya gelmiştir: Vedide, Bihin, Sadun, Güzin, Vedad ve Bülend. İlk çocuğu Vedide’yi geçirdiği bir hastalık sonucu kaybetti. Aynı şekilde Sadun ve Güzin’i de küçük yaşta kaybedecek, oğlu Vedat ise 33 yaşında trajik bir intiharla hayatına son verecektir. Halit Ziya, Sadun için Kırık Oyuncak, Güzin için Kırık Hayatlar ve Vedad için "Bir Acı Hikâye” adlı kitapları yazmıştır.

Servet-i Fünûn
Bankadaki işinden ayrılıp İzmir’de vali kâtipliğine başlayan Halid Ziya, bu görevde uzun süre kalmadı. 1893’te, İstanbul’da Reji Genel Müdürlüğü’nden gelen başkâtiplik teklifi üzerine İstanbul’a gitti. Bu görevi on altı yıl sürdürdü. Bu işinde, vaktinin çoğunu okuma ve yazmaya ayırma fırsatı buldu. Reji’deki çalışma günlerinde Recaizade Mahmut Ekrem aracılığıyla Edebiyat-ı Cedide adlı edebiyat topluluğuna katıldı. Bu topluluğun en önemli isimlerinden birisi oldu. 1901’de kapatılıncaya kadar topluluğun çıkardığı Servet-i Fünûn dergisinde yazılar, hikâyeler, romanlar yayımladı. Kendisini Türk edebiyat tarihine mal eden büyük romanlarını bu topluluk içinde verdi.
Servet-i Fünûn'da 1897’de tefrika ettiği Mai ve Siyah onu Edebiyât-ı Cedîde’nin tartışmasız en önemli romancı ve hikâyecisi yaptı. Romanda acıklı aşk serüveni konusunu geri plana alıp dönemin basın dünyasını, Edebiyat-ı Cedide kuşağının bu dünyaya bakış açısını yansıttı. Bu roman, topluluğun beyannamesi vazifesini gördü.
İlk büyük Türk romanı kabul edilen Aşk-ı Memnû’yu 1898-1900 yılları arasında Servet-i Fünûn'da tefrika etti. Bu eserde zengin bir adamın genç ve güzel karısının yasak bir aşka sürüklenişini gerçekçi bir biçimde, olayın psikolojik nedenleri üzerinde durarak anlattı. Dönemin İstanbul alt kültürleriyle son derece içli dışlı olması, yazarın bu eserini yazmak amacıyla gerekli malzemeyi toplamak için gösterdiği çabanın ürünüdür. Özellikle de o dönem Boğaziçi’nde yalı sakini aileler arasındaki esrar kullanma geleneği, yazarın ciddi psikolojik açılımlar yaşamasına sebep olarak eserin gelişimine ciddi etki etmiştir.
Yazar, Mai ve Siyah’ ın gördüğü rağbet üzerine başka dergi ve gazete sahiplerinin kendisinden yazı istemesi üzerine tiraji yüksek İkdam ve Sabah gazetelerinde de yazılar yayımlamıştır. Ancak Servet-i Fünûn'da yazan İsmail Safa’nın sürgüne gönderilmesi üzerine roman tefrika etmek dışında hiç yazı yayımlamadı.
Halid Ziya, 1901’de Kırık Hayatlar adlı romanı tefrika edilmekte iken Hüseyin Cahit’in "Edebiyat ve Hukuk" adlı yazısı üzerine Servet-i Fünûn kapatıldı ve topluluk dağıldı.
Ayastefanos’a yerleşme
Halid Ziya, Servet-i Fünûn kapatılıp topluluk dağılınca edebiyat hayatından uzun süre uzak kaldı. Rumların ve Ermenilerin yaşadığı bir balıkçı köyü olan Ayastefanos (bugünkü Yeşilköy semti)’a bir köşk yaptırdı ve Tevfik Fikret’in Aşiyan’a yerleştiği 1905 yılında Halid Ziya da kendi köşküne yerleşti. Bâzı eserlerinin kitap halinde yayımını gerçekleştirdi. Reji’deki işleri dışında vaktini dostlarıyla sohbet ve okumayla geçirdi.
II. Meşrutiyet
Halid Ziya, Meşrutiyetin ilanı ile fikir ve sanat hayatının canlanması üzerine yeniden yazmaya başladı. Birçok gazete ve dergiye yazılar gönderdi. II. Abdülhamit döneminin “istibdat yılları” olarak anılan son yıllarını ve yurdu değiştirmek isteyenlerin mücadelesini konu alan “Nesl-i Ahir” adlı romanı kaleme aldı. Sabah gazetesinde tefrika edildikten sonra eseri kitaplaştırmadı. Bu arada Darülfünun’da Batı edebiyatı tarihi ve estetik dersleri verdi.
Sultan Reşat’ın Osmanlı tahtına çıkmasından sonra İttihat ve Terakki hükümeti tarafından mabeyn başkatibi olarak sarayda görevlendirildi. Saraydaki görevi sırasında yazmayı uygun görmediği için yazılarına ara verdi. Görevi gereği padişahla gezilere çıktı. 1911’de Âyân Meclisi üyesi oldu.
1912’de saraydaki görevi sona erdi. Darülfünun’da ders vermeye geri döndü.
1914’te Tedavi amaçlı bir Avrupa seyahatine çıktı. Saray ve Ötesi (1940-1942) ile Bir Acı Hikâye adlı hâtıratında Almanya ile ilgili geniş bilgi verdi; seyahat notlarını “Almanya Mektupları” başlıkları altında Tanin gazetesinde yayımladı.
Sait Halim Paşa’nın Almanya’ya inceleme gezisine gönderdiği şair ve yazarlar arasında Almanya’ya gitti, çeşitli kültürel faaliyetlere katıldı. Darülbedayi’de edebî kurul üyeliğinde bulundu. İttihat ve Terakki’nin iktidardan düşmesinden sonra Reji idaresinde yönetim kurulu başkanı oldu. 1918’de oğlu Halil Vedat ve yeğenleriyle çıktığı Avrupa gezisinden 14 ay sonra döndü.
Cumhuriyet dönemi
Milli mücadele döneminde genellikle Ahmet Cevdet’in İkdam Gazetesi’ne yazılar gönderdi. Çoğunlukla dil ve edebiyatla ilgili yazılar yazdı.
Cumhuriyet döneminde kendisini tamamen edebiyata verdi. Cumhuriyetin ilk yıllarında devletin şekillenmesini uzaktan izledi ve fazla eser vermedi.
1930’larda yazı hayatına büyük bir canlılıkla döndü. Cumhuriyet ve Son Posta gazetelerinde yazıları yayımlandı. Özellikle hatıra tarzında yazılarıyla edebiyat dünyasında aktüel bir isim haline geldi.
Dil devrimi’ne gönülden inanan yazarın I. Türk Dili Kurultayı’nda (26 Eylül 1932) sunduğu, Türkçenin geçirdiği evreleri ve dil sevgisini sanatkârane bir üslûpla dile getiren bildiri çok ses getirdi. Bâzı eserlerini sadeleştirdi ve Latin harfleriyle yeniden yayımladı.
1937’de Tiran elçiliğinde görevli oğlu Halil Vedat’ın 33 yaşında intihar etmesi üzerine büyük bir yasa girdi. Acısını, yazmakla hafifletmeyi seçti. Her türlü tedaviyi reddettiği uzun bir hastalığın ardından 27 Mart 1945’te öldü. Bakırköy mezarlığında oğlu Halil Vedat’ın yanına gömüldü.
Edebî Kişiliği
Altmış yıllık yazı hayatında şiir dışında pek çok eser kaleme alan Halid Ziya modern Türk edebiyatına romanları ve hikâyeleriyle damgasını vurmuş bir yazardır. Türk romanının büyük ustası olarak kabul edilir.
Edebiyata Fransızcadan ve İngilizceden bâzı küçük hikâyeler çevirmekle girmişti. Çeşitli konularda yazı ve makalelerin ardından nesir niteliğinde şiirler yazmış, bu ürünlerine “mensur şiirler” adını vermişti. Bu hazırlıklardan sonra ilk roman denemelerini yaptı.


1886-1908 yılları arasında sekiz roman kaleme alan yazar, bu türdeki ilk eserlerini Fransız realistleri ve natüralistlerinden etkilenerek yazdı. Acemilik dönemi ürünü olan ilk romanlarından sonra Ferdi ve Şürekâsı ile olgunluk dönemine girdi ve ardından Servet-i Fünûn'un edebî beyannâmesi olan Mâi ve Siyah’ı kaleme aldı. Romanlarında olaya dayanan anlatım yerine kahramanların iç dünyasını sanatkârane üslûpla tahlile dayanan yeni bir anlayış benimsenmiştir. Eserlerinde toplumsal mesaj verme endişesi taşımaz. Romanı, insanın iç dünyasına ait bir tür olarak görmüştür.
Hikâye türünün de Türk edebiyatındaki ilk gerçek temsilcisi olarak kabul edilir. Hikâyeleri, romanlarına oranla daha doğal ve yerlidir.
Roman ve hikâyeleri dışındaki en önemli eserleri anılarıdır. Türk edebiyatında anı türünde en çok eser vermiş yazarlardandır

Eserleri
Romanları: Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekası, Sefile, Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnû, Kırık Hayatlar, Nesl -i Ahir, Kezban-ı Kopya
Hikâyeleri: Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Nakıl, Bu Muydu, Heyhat, Küçük Fıkralar, Bir Yazın Tarihi, Solgun Demet, Bir Şi’r-i Hayal, Sepette Bulunmuş, Bir Hikâye-i Sevda, Hepsinden Acı, Onu Beklerken, Aşka Dairdi, İhtiyar Dost, Kadın Pençesi, İzmir Hikâyesi, Kar Yağarken
Büyük hikâyeler: Heyhat; Bu muydu?
Oyunları: Firuzan, Kâbus, Fare
Hatıraları: Kırk Yıl, Bir Acı Hikâye, Saray ve Ötesi
Gezi Yazıları: Almanya Mektupları, Alman Hayatı
Denemesi: Sanata Dair
Mensur Şiir: Mezardan Sesler, Mensur Şiirler
Ansiklopedik kitapçıklar:
Hamil, Va’z-ı Hamil; Mebhas-ül Kıhf; İlm-i Simya; Bukalemun-ı Kimya.
Sohbetler, makaleler: Kenarda Kalmış; Sanata Dair.

03 Kasım 2021

Fatma Aliye Topuz

Fatma Aliye Topuz (Fatma Aliye Hanım), (D. 9 Ekim 1862, İstanbul - Ö: 13 Temmuz 1936, İstanbul), Osmanlı Türk yazar.

Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e uzanan süreçte roman, felsefe, İslam, kadın hakları, tarih üzerine eser vermiştir.

Zafer Hanım'ın 1877 yılında yayımladığı Aşk-ı Vatan adlı bir roman mevcutsa da yazarın tek romanı olduğu için Zafer Hanım değil, beş roman yayımlayan Fatma Aliye Hanım ilk kadın romancı unvanını almıştı. Türkiye'nin ilk kadın romancısı olarak tanınır.

Hayatı

9 Ekim 1862'de İstanbul'da doğdu. Tarihçi Ahmed Cevdet Paşa ile Adviye Hanım'ın kızıdır. Kendisine özel bir eğitim verilmese de ağabeyi Ali Sedat Bey'in evde özel hocalardan aldığı dersleri dinlemesi sayesinde kendini geliştirdi. Fransızca merakının ortaya çıkması üzerine ders alarak bu dili çok iyi düzeyde öğrendi.

Fatma Aliye Hanım, 17 yaşında iken 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi'ndeki Plevne Savunması ile ünlü Gazi Osman Paşa'nın yeğeni Kolağası Faik Bey ile evlendi ve dört kızı oldu. (Hatice, Ayşe, İsmet, Nimet)

Evliliğinin ilk 10 yılında ancak eşinden gizli olarak kitap okuyabilen Fatma Aliye Hanım, eşinin bu konudaki tutumunun değişmesinden sonra onun izni ile tercümeler yapmaya başladı. Edebi yaşantısı 1889 yılında Georges Ohnet'in Volonté adlı romanını Meram adıyla çevirmesi ile başladı. Bu romanı "Bir Hanım" imzasıyla yayımlamıştır. Bu başarısıyla babasının dikkatini çeken Fatma Aliye Hanım, kendisinden ders almaya, fikir tartışmaları yapma olanağına kavuşmuştu. "Bir Hanım"ın gösterdiği çabalar, ünlü yazar Ahmed Mithat Efendi tarafından Tercüman-ı Hakikat gazetesinde övüldü ve yazar kendisini manevi kızı kabul etti. Fatma Aliye Hanım, bu ilk çevirisinden sonraki çevirilerinde "Mütercime-i Meram" takma adını kullandı.

1891 yılında Ahmet Mithat Efendi ile birlikte Hayal ve Hakikat adlı romanı yazdı. Romanın kadın ağzından olan kısmı Fatma Aliye Hanım'ın, erkek ağzından olan kısmı Ahmet Mithat Efendi'nin kaleminden çıkmıştı. Eser, "Bir kadın ve Ahmet Mithat" imzasıyla yayımlandı. Bu romandan sonra ikili uzun süre mektuplaşmış ve bu mektupları Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlanmıştır.

Fatma Aliye Hanım, 1892 yılında Muhadarat adlı ilk romanını kendi adıyla yayımladı. Bu romanında, bir kadının ilk aşkını unutamayacağı inancını çürütmeye çalıştı. 1899 yılında yayımlanan Udi adlı romanında görevi üzerine gittiği Halep’te yaşamına tanık olduğu bir kadın udiyi anlattı. Bu kitapta mutsuz bir evlilik yapan Bedia'nın hikâyesini dönemine göre çok yalın bir dille anlatmıştır. Reşat Nuri Güntekin, edebiyata ilgisini güçlendiren yapıtlar arasında lalasından dinlediği romanlardan sonra Fatma Aliye Hanım'ın Udi romanını sayar. Eserlerinde kadın gözüyle evlilik, eşler arasındaki uyum, aşk ve sevgi kavramı, birbirini tanıyarak evlenmenin önemi gibi mühim konuları işleyen Fatma Aliye Hanım'ın diğer romanları Ref'et, Enin, Levayih-i Hayat adlarını taşır. Yazar romanlarında bireyleşme çabasında olan, çalışan, para kazanan, erkeğe ihtiyaç duymayan kadın kahramanlar yaratır.

Fatma Aliye Hanım, edebi eserlerinin yanı sıra kadın sorunları ile ilgili de eser vermişti. Hanımlara Mahsus Gazete'de kadın sorunlarına ilişkin makaleler yazdı ve muhafazakâr görüşlerden kopmadan kadın haklarını savundu. 1892'de yayımlanan Nisvan-ı İslam adlı kitabında Avrupalı kadınlara İslam'da kadının durumunu anlattı. Romanlarında daha modern kadın kahramanlar yaratan yazar, bu kitapta, makalelerinde olduğu gibi, eski gelenekleri savunmuştur.

1893 yılında Ahmet Mithat Efendi tarafından yazılan Bir Osmanlı Kadın Yazarın Doğuşu (Bir Muharrire-i Osmaniye'nin Neşeti) adlı kitap ününü arttırdı. Bu kitap Ahmet Mithat'ın Fatma Aliye'yi anlattığı yazıları ve Fatma Aliye'nin doğrudan kendisini anlattığı mektuplarından oluşmaktadır. Fatma Aliye mektuplarında, bitmek tükenmek bilmeyen öğrenme coşkusunu anlatır.

Fatma Aliye Hanım'ın edebiyat dışındaki uğraşı alanlarından bir başkası ise yardım cemiyetleri idi. 1897 yılında 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda yaralanan askerlerin ailelerine yardım amacıyla Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazılar yazdı, "Nisvan-ı Osmaniye İmdat Cemiyeti" adlı bir dernek kurdu. Bu dernek, ülkedeki ilk resmi kadın derneklerinden biridir. Fatma Aliye Hanım, Hilal-i Ahmer Cemiyeti'nin de ilk kadın üyesidir.

1914 yılında yazdığı Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı son yapıtıdır. Bu romanında Meşrutiyet sonrası siyasal yaşamı ortaya koymayı amaçlamıştır. Resmi tarih tezlerine muhalefet ediyor olması, edebiyat dünyasından dışlanmasına yol açmıştır.

İlk Türk kadın romancı olma özelliği ile Avrupa ve Amerika basınında kendisinden söz edilen Fatma Aliye Hanım'ın “Nisvan-ı İslâm” adlı eseri Fransızca ve Arapça'ya, “Udî” adlı romanı Fransızca'ya çevrilmiştir. Émile Julliard adlı bir Fransız yazarının Doğu ve Batı Kadınları adlı kitabını Fransız gazetelerine yazdığı bir mektupla eleştirmesi Paris'te büyük yankı uyandırmıştı. Eserleri 1893 yılında Chicago'da Dünya Kadın Kütüphanesi Kataloğu'nda sergilenmiştir. Fatma Aliye Hanım'ın II. Meşrutiyet yıllarına kadar yaygın bir ünü olmasına rağmen zamanla unutulmuştur.

Fatma Aliye Hanım, soyadı yasasından sonra Topuz soyadını aldı.

Fatma Aliye, 13 Temmuz 1936 tarihinde İstanbul'da vefat etti. Cenazesi Feriköy Mezarlığı'na gömüldü.

Fatma Aliye Hanım, ilk Osmanlı kadın feministlerden Emine Semiye Önasya'nın ablası, tiyatro ve sinema oyuncusu Suna Selen'in anneannesidir.

Popüler kültürdeki yeri 

2009 yılında tedavüle sürülen 50 Türk Lirası banknotlarının
arka yüzünde portresi bulunmaktadır.

Adı, Beyoğlu'nda ve Çankaya'da birer sokağa verilmiştir.

2009 yılında tedavüle sürülen 50 Türk lirası banknotlarının arka yüzünde portresi bulunmaktadır.

Önemli Yapıtları

Roman: Ref'et (1898), Udi (1899), Enin (1910), Muhadarat (1892), Hayal ve Hakikat (1892).

Çeviri: Meram (1890)

Yaşamöyküsü ve tarih alınındaki yapıtları: Namdaran-ı Zenan-ı İslamıyan (Ünlü İslam Kadınları) (1892)

Teracim-i Ahval-ı Felasife (Felsefecilerin Yaşamları) (1900) Çizgi Kitabevi Yayınları, Konya, Mayıs 2006

Hayattan Sahneler (Levayih-i Hayat)

Osmanlıda Kadın: "Cariyelik, Çokeşlilik, Moda"

Ayrıca Fatma Aliye üzerine Ahmed Midhat'ın Fatma Aliye Hanım yahud Bir Muharrire-i Osmaniye'nin Neşeti (1893) adlı bir incelemesi vardır.

Fatma Aliye-Mahmud Esad. Çok Eşlilik: Taaddüd-i Zevcat. Editör: Firdevs CANBAZ. Hece Yayınları 2007

Kosova Zaferi/Ankara Hezimeti: Tarih-i Osmaninin Bir Devre-i Mühimmesi (1915)

Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı (1913)

Teracim-i Ahval-i Felasife: Filozofların Biyografileri (1900)

Tedkik-i Ecsam (1901)

Hakkındaki çalışmalar

Fatma Aliye Hanım Hayatı Sanatı ve Udi Romanı: Hüseyin Kahya tarafından Kocaeli Üniversitesinde 2005 yılında tez olarak hazırlanan bir çalışmadır. Bu çalışmada sanatçının hayatı, sanatı ve eserleri tanıtıldıktan sonra "Udi" adlı romanı yeni yazıya aktarılıp tahlil edilmiştir.

Fatma Aliye Hanım ve Mahmud Esad Efendi arasında geçen çok eşlilik tartışmaları derlenerek Çok Eşlilik adıyla 2007'de yayımlandı.

Uzak Ülke (2007), Fatma Aliye Hanım üzerine Fatma Karabıyık Barbarosoğlu'nun yazdığı biyografik bir roman çalışmasıydı.

Murathan Mungan'ın "Son İstanbul" adlı eserindeki kadın kahraman da Fatma Aliye Hanım'dır.

Fatma Aliye Sempozyumu: İstanbul Şehir Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Modern Türkiye Çalışmaları Merkezi'nin 26-27 Aralık 2015'te düzenlediği sempozyumdur. 

06 Eylül 2021

Peyami Safa

Peyami Safa (2 Nisan 1899, Fatih, İstanbul - 15 Haziran 1961, Kadıköy), Türk yazar ve gazeteci. Dokuzuncu Hariciye KoğuşuMatmazel Noraliya'nın Koltuğu ve Yalnızız gibi psikolojik türdeki eserleriyle Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında ön plana çıktı. Yaşamı ve fikrî hayatındaki değişimlerini eserlerine de yansıttı. Server Bedi takma adıyla birçok roman kaleme aldı. Cingöz Recai tiplemesini Fransız yazar Maurice Leblanc'ın Arsen Lüpen karakterinden esinlenerek yarattı. Aynı zamanda çeşitli kurumlarda gazetecilik mesleğini sürdürdü ve ağabeyi İlhami Safa ile birlikte Kültür Haftası gibi çeşitli dergiler çıkardı.

Peyami Safa'nın ismini şair Tevfik Fikret koydu. Küçük yaşlarda babasını kaybedince annesi ve ağabeyi ile zor şartlar altında yaşadı. Sağ kolunda kemik veremi hastalığı baş gösterdi. O yıllardaki psikolojisini otobiyografik romanı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nda işledi. İlk edebi ürünlerini Vefa İdadisi'ndeki öğrenimi sırasında verdi. Kısa bir süre öğretmenlik yaptı. "Asrın Hikâyeleri" başlığı altında yayımladığı hikâyeleri ilgi gördü ve teşvik edici tepkiler aldı. Dönemin önemli edebiyatçılarıyla kalem kavgalarına girdi. Yaşamında pozitivist, materyalist, mistik, milliyetçi, muhafazakâr, antikomünist ve korporatist tutumlar sergileyerek çeşitli değişimler yaşadı. Fransızca bilmesiyle Batı kültür ve yeniliklerini yakından takip etti. İlk dönemlerinde Maupassant ve Rousseau gibi isimlerden tercümeler yaptı. Sonraki eserlerinde mekân olarak hep İstanbul'u seçti. Doğu ile Batı'nın sentez ve tahlilinden hiçbir zaman vazgeçmedi. Cumhuriyet ve Milliyet gibi gazetelerde eleştirel üslupla yazılar yayımladı. Nâzım Hikmet ve Necip Fazıl Kısakürek ile olan iyi ilişkileri zamanla kalem kavgalarına dönüştü. İlk başta Cumhuriyet Halk Partisi'ne, sonrasında Demokrat Parti'ye yakınlaştı.

Küçük yaşta başladığı yazın hayatını ölümüne kadar sürdürdü. Ağırlıklı olarak milliyetçi ve muhafazakâr bir tutum içinde oldu. Fatih-Harbiye ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı eserleri Türkiye'de Millî Eğitim Bakanlığı tarafından ortaöğretim öğrencilerine tavsiye edilen 100 temel eser listesinde yer aldı. Eserleri çeşitli dönemlerde sinemaya ve dizilere uyarlandı.

Peyami Safa 2 Nisan 1899 tarihinde Gedikpaşa'da doğdu ve ismini Servet-i Fünûn şairlerinden Tevfik Fikret koydu. Babası, Muallim Naci tarafından "anadan doğma şair" olarak anılan ve Trabzon kökenli bir aileye mensup olan İsmail Safa'dır. Annesi ise Server Bedia Hanım'dır. Peyami Safa'nın babası II. Abdülhamid'e muhalif olan isimlerdendir ve Sivas'ta sürgünde iken ailesine maddi anlamda hiçbir şey bırakamadan ölmüştür. Bir buçuk yaşındayken babasını kaybeden Peyami Safa, ağabeyi İlhami Safa ile birlikte annesi tarafından zor şartlarda yetiştirildi. İlköğrenimine devam ettiği yıllarda sağ kolunda kemik veremi ortaya çıktı. Hastalığı yüzünden okula devam edemeyerek kendisini küçük yaşta doktorların, hastaların ve hasta bakıcıların arasında buldu. Bu hastalığın yarattığı tesiri Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı eserinde işledi.

1910 yılında Fatih'teki Vefa İdadisi'nde lise eğitimine başladı. Bu yıllarda Ekrem Hakkı Ayverdi ve Elif Naci ile sınıf arkadaşıydı. Ayrıca Hasan Âli Yücel ve Yusuf Ziya Ortaç da lise arkadaşları arasındaydı. İlk edebi tartışmalarını ve ürünlerini o yıllarda verdi. İlk hikâye denemesi "Piyano Muallimesi"ni ve ilk roman denemesi Eski Dost'u lisedeyken yazdı. Ayrıca bu dönemlerde yayımladığı Sakın Bu Kitabı Almayın adlı ilk hikâye kitabı merak uyandırdı ve birkaç gün içinde tükendi. Lise eğitimine hastalığı ve ailesinin yaşadığı geçim sıkıntıları yüzünden devam edemedi. Babasının yakın arkadaşlarından olan Abdullah Cevdet'in hediye ettiği Petit Larousse'u ezberleyerek Fransızca dil bilgisini geliştirdi ve edebi eserler dışında tıp, psikoloji ve felsefe kitaplarına da ilgi duymaya başladı. İlerleyen dönemlerde tiyatroya olan ilgisinden ötürü Dârülbedayi sınavlarına girdi fakat başarılı olmasına rağmen devam edemedi. I. Dünya Savaşı'nın seyrettiği dönemlerde annesine yardım edebilmek için Posta ve Telgraf Nezâretinde çalışmaya başladı. Daha sonra da Boğaziçi'ndeki Rehber-i İttihad Mektebine öğretmen olarak atandı (1917) ve bir süre Düyûn-ı Umûmiye İdaresinde çalıştı (1918).

Mütareke ve Cumhuriyet dönemi

“Bu hikâyeler o zaman halk arasında beni hâlâ hayrete düşüren bir muvaffakıyet kazandı. O zamanın genç edebiyatı beni hararetle teşvik ediyor, hikâyelerime imza atmamı istiyordu. Yakup Kadri “bize bir üslup getirdin” diyor, Yahya Kemal, sonra başkaları için tekrarlanan bir espri ile "İsmail Safa'nın en güzel eseri Peyami'dir." diyordu.”

—Asrın Hikâyeleri başlığı altında yayımladığı hikâyelerinin ilgi görmesinden sonra Peyami Safa.

Mütareke döneminde Rehber-i İttihad Mektebi'ndeki öğretmenlik görevinden 1918 yılında ayrılan Peyami Safa, ağabeyiyle beraber Yirminci Asır adlı gazeteyi çıkarmaya başladı. Bu gazetede "Asrın Hikâyeleri" başlığı altında yayımladığı hikâyeleriyle dikkatleri üzerine çekti.[8] Ayrıca ilk kalem kavgasını da Cenap Şahabettin'in Küçük Beyler adlı uyarlama piyesine karşı yaptı (1919). Alemdar gazetesinin düzenlediği hikâye yarışmasında derece alınca devrin önde gelen yazarları tarafından yazmaya teşvik edildi. Ağabeyi İlhami Safa ile beraber çıkardıkları Yirminci Asır gazetesi kapandıktan sonra Tercüman-ı Hakikat ve Tasvir-i Efkâr (1922), Cumhuriyetin ilanından sonra da Son Telgraf, Son Saat ve Son Posta gibi yerlerde gazetecilik mesleğine devam etti. Ayrıca bu dönemlerde ilk romanı olan Sözde Kızlar'ı geçim sıkıntısı çektiği için yayımladı. 1924 yılına gelindiğinde ise Mahşer, Bir Akşamdı, Süngülerin Gölgesinde ve İstanbul Hikâyeleri adlı eserlerini yayımladı. 1925'te Halil Lütfü Dördüncü ile birlikte Büyük Yol adında kısa ömürlü bir gazete çıkardı. Yine bu yıllarda hem "Server Bedi" hem de "Peyami Safa" imzası ile Cumhuriyet gazetesinde yazmaktaydı. Cumhuriyet'le olan ilişkisini fıkra yazarlığı ve edebiyat bölümü yöneticisi olarak sürdürdü (1928-1940). Hilal-i Ahmer dergisinde yayımladığı "Yeni Edebiyat Cereyanları" adlı yazısı Ahmet Haşim'le kalem kavgasına yol açtı (1928).

Peyami Safa gençliğinin ilk yıllarında Abdullah Cevdet'in etkisi altında kalarak pozitivist ve materyalist düşüncelerle İçtihad dergisinde yazılar kaleme aldı. Özellikle Abdullah Cevdet ve Celal Nuri İleri arasındaki tartışmaya Zavallı Celal Nuri Bey adlı broşürü yayımlayarak katıldı. Peyami Safa Mütareke döneminde genel olarak hem batıcı hem de milliyetçi bir görünüm verdi. Mustafa Kemal Atatürk döneminde gerçekleşen Harf Devrimi'ne ise kuşaklar arasında kültürel kopukluklara neden olacağını düşünerek endişeli yaklaştı fakat ilerleyen dönemlerinde bu devrimin tamamlayıcılarından biri hâline geldi ve dil kurultaylarına katıldı.

Nâzım Hikmet'le olan ilişkisi

Peyami Safa Cumhuriyet gazetesinde edebiyat sayfasının yöneticiliğini yaptığı dönemlerde Türkiye'de af kanunu çıktı. Nâzım Hikmet bu kanundan yararlanmak için Türkiye'ye geldi, daha sonra da tutuklandı. Safa ise Nâzım Hikmet'in affedilmesi için ona ait olan "Yanardağ" adlı şiiri Cumhuriyet'te yayımladı. Ertesi gün Cumhuriyet gazetesi şiirin altındaki imzanın kendi görüşlerini ve misyonlarını yansıtmadığına dair açıklamada bulundu. Bu açıklamadan sonra Safa gazeteden ayrıldı ve Sabiha Sertel ve Zekeriya Sertel tarafından çıkarılan Resimli Ay dergisinde yazmaya başladı.[6] Bu derginin en tanınmış yazarları arasında Nâzım Hikmet dışında Sabahattin Ali, Vâlâ Nureddin ve Cevat Şakir Kabaağaçlı bulunuyordu. Peyami Safa ile Nâzım Hikmet ilerleyen dönemlerde Hareket dergisinde beraber görev aldı. İki isim arasındaki dostluk Peyami Safa'nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı eserini Nâzım Hikmet'e ithaf etmesiyle devam etti. Nâzım Hikmet ise bu roman hakkında Resimli Ay'da, Reşat Nuri Güntekin'e ait Çalıkuşu'na da atıfta bulunarak şu ifadeleri kullandı:


Ben, Peyami'nin bu son romanını üç defa okudum. Otuz defa daha okuyabilirim ve okuyacağım... Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nu, Çalıkuşu'na ağlayanların anlaması kabil değildir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, on bin, yüz bin, bir milyon satardı. Eğer ızdırabı, azabı ve neşeyi coşkun bir ciddiyetle duyan öz ve halis halk kitleleri okuma ve yazma bilselerdi.

Safa Hareket dergisinin ilk sayısında "Varız Diyen Nesil" başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazı genç edebiyatçıların görüşlerini yansıtır hâle gelip bahsedilen yeni nesil de Yakup Kadri Karaosmanoğlu tarafından Milliyet'te eleştirilince Türk basın tarihinde "Saman Ekmeği Kavgası" adlı ünlü kalem kavgası başladı. Safa bu dönemlerde Resimli Ay'da başlayan "Putları Yıkıyoruz" adlı tartışmalara Nâzım Hikmet'le beraber katılması ve sol eğilimli Tan gazetesinde yazılar yazmasından dolayı Bolşevik olmakla suçlandı. Fakat kendisi bu iddiaları her zaman reddetti. İkilinin bu dostluğu Resimli Ay'ın kapanmasından sonra da devam etti. Zamanla Nâzım Hikmet'in onu komünizme kazandırmak istemesi, kendisinin de Nâzım Hikmet'i bu ideolojiden vazgeçirmek için uğraşması sonucunda aralarındaki bu dostluk büyük bir düşmanlığa dönüştü. Nâzım Hikmet Tan gazetesinde Orhan Selim takma adıyla yazdığı Kahve ve Gazino Entelektüelleri başlıklı yazısında Peyami Safa'ya yönelik ithamlarda bulundu. Peyami Safa da ağabeyiyle beraber çıkardıkları Hafta dergisinde "Biraz Aydınlık" başlıklı yazı dizisi altında Nâzım Hikmet'e cevap verdi. Bu noktadan sonra Peyami Safa ömrünün sonuna kadar antikomünist bir dünya görüşünü benimsedi. Sonraki süreçte ise Peyami Safa'nın Server Bedi imzası ile verdiği eserleri ile Cingöz Recai tiplemesi ikili arasındaki tartışmaların ana konusu oldu.

Resimli Ay sonrası

Peyami Safa Resimli Ay'ın kapanmasından sonra Ahmet Ağaoğlu çevresinde gelişen liberalizme yöneldi. Kadro dergisinin kuruluş yıllarında ise sol çevreden uzaklaşarak Mustafa Şekip Tunç, Ahmet Hamdi Başar, Hilmi Ziya Ülken, Namık İsmail, Münir Serim ve Ahmet Ağaoğlu gibi isimlerin dahil olduğu toplantılara katıldı. Yine bu yıllarda Cumhuriyet'teki birkaç yazısıyla Cahit Sıtkı Tarancı'yı edebiyat dünyasına tanıttı (1932). Aynı yıl annesini kaybetti. Sonraki süreçte Kültür Haftası adlı derginin kuruluşuna ön ayak oldu. Doğu-Batı sentezini işlediği 1931 tarihli Fatih-Harbiye romanından sonra Kültür Haftası dergisinde de bu konuyu işledi. Yirmi bir sayı süren Kültür Haftası dergisinin kapanmasından sonra Avrupa seyahatine çıktı. Bu seyahati onun Türk İnkılâbına Bakışlar adlı eseri için önemli bir izlenim sağladı. Bir aylık Avrupa seyahatinde İsviçre gibi ülkelerde zaman geçirdi, dönünce de Büyük Avrupa Anketi adlı bir eserini Cumhuriyet'te tefrika ettirdi (1938). Türk İnkılâbına Bakışlar adlı eseri de aynı yıl yayımlandı. Bu eser onun Kemalist inkılâbın felsefi kuramlarını temellendirdiği bir eser oldu. Eserin birinci baskısının önsözünde Türkiye'nin iki medeniyet arasında sıkışmışlığından ve bunun yarattığı sorunlardan bahsetti. Bu dönemde Nebahat Erinç'le evlendi (1938).

II. Dünya Savaşı dönemi

Peyami Safa Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışını İngilizlere bağlıyor, İngilizlerle işbirliği içinde oldukları için Fransızlara da mesafeli yaklaşıyordu. 9 Ağustos 1940 tarihinde Cumhuriyet'ten ayrılan Peyami Safa, Yeni Mecmua ve Tasvir-i Efkâr gibi yerlerde yazmaya başladı. Yine bu tarihlerde Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon tarafından çıkarılan Çınaraltı dergisinde milliyetçilik anlayışını temellendirdiği yazılar yayımlıyordu. II. Dünya Savaşı yıllarında Almanya'yı destekler bir dil kullanınca faşist olmakla suçlandı. Yeğeni Behçet Safa da amcasının Adolf Hitler'i desteklediğini ve imzalı Kavgam kitabına sahip olduğunu iddia etti. 1943 yılında aleyhinde Rıza Çavdarlı imzası taşıyan bir broşür yayımlandı. Peyami Safa ilerleyen süreçte Çınaraltı dergisindeki yazılarını Millet ve İnsan adlı bir kitapta topladı. II. Dünya Savaşı dönemi Peyami Safa'nın fikir hayatında arafta kaldığı bir dönem oldu. Bu dönemlerde milliyetçilik, turancılık ve mistisizm gibi konularda değişimler yaşadı. Özellikle bir süre sonra üzerinde etkili olacak olan mistisizmin ilk belirtileri bu dönemde ortaya çıktı.

Peyami Safa'nın adı Irkçılık-Turancılık davası için hazırlanan 47 kişilik raporda geçti, fakat yargılanan 27 kişiden biri olmadı. Demokrat Parti iktidarı öncesinde Ziyad Ebüzziya'nın Tasvir-i Efkâr'ın yerine çıkardığı Tasvir'de yazmaya devam etti (1945). Aynı yılın Kasım ayında Büyük Doğu'nun ikinci dönem yazı kadrosunda yer alan isimlerden biri oldu.


Demokrat Parti dönemi

II. Dünya Savaşı sonrasında dünya genelinde tek parti rejimlerinin varlıkları sorgulanmaya başlanmıştı. Bunun etkileri Türkiye'ye de yansıdı. Demokrat Parti'nin (DP) kurulması ve iktidara gelmesiyle çok partili dönem Türkiye'de de başlamış oldu. Peyami Safa önceleri Demokrat Parti'ye muhalif oldu fakat partinin ilerleyen süreçte antikomünist bir tutum sergilemesinden dolayı muhalifliği bıraktı. DP'ye muhalif olduğu dönemlerde Vakit gazetesinde parti aleyhinde yazılar yazdı. Savaş döneminde ilgi duymaya başladığı mistisizm, parapsikoloji ve metapsişik merakını bu gazeteye de taşıdı. Türkiye'deki demokrasi girişimlerine karşı çıkarak Meşrutiyet döneminden örnekler verdi. Onun bu tavrı, Peyami Safa'nın hayatını büyük ölçekte araştıran Beşir Ayvazoğlu tarafından, yeni kurulan cumhuriyetin buna henüz hazır durumda olmaması şeklinde yorumlandı.

Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa'nın Cumhuriyet Halk Partisi'ne yakınlaştığını söyleyerek onunla bir kalem kavgasına girdi. Sonraki süreçte Ulus'ta yazmaya başlayan Peyami Safa, 1949 yılında Matmazel Noraliya'nın Koltuğu adlı eserini yayımladı. Bu eserinde mistisizme yöneldi. 1950 yılına gelindiğinde Cumhuriyet Halk Partisi'nden Bursa milletvekili adayı oldu fakat seçilemedi.

Peyami Safa 1950 yılında Nâzım Hikmet için açılan af kampanyasına şiddetle karşı çıkarak mücadele etti. 1951 yılında Yalnızız romanını yayımladı. Bir süre sonra da Ulus'tan ayrılarak Türk Düşüncesi'ni çıkarmaya başladı. Derginin ilk on sayısı için gerekli parayı arkadaşı Kazım İsmail sağladı ve derginin ilk sayısı 1 Aralık 1953'te çıktı. Derginin programı ise Peyami Safa tarafından belirlendi. Dergiyi çıkarmaya başladığı dönemlerde Ali Naci Karacan'ın davetiyle Milliyet'te yazmaya başladı (1 Ekim 1954). Buradaki ilk yazısından sonra kendisini ilk tebrik eden Adnan Menderes oldu. Sonraki süreçte Cumhuriyet Halk Partisi'yle yıldızı barışmadı, "solcuların" ve "dinsizlerin" parti içerisinde söz sahibi olduğunu belirterek eleştirilerini yineledi. Hem Demokrat Parti'nin antikomünist tutumu, hem de Cumhuriyet Halk Partisi'nin anlık durumu Peyami Safa'yı Demokrat Parti'ye biraz daha yaklaştırdı. Yeğeni Behçet Safa ise amcasının Adnan Menderes'in konuşmalarını telefon aracılığıyla Ankara'ya yazdırdığını belirtti.Aynı zamanda bu dönemlerde Milliyet gazetesindeki "Objektif" adlı köşesinde Aziz Nesin ve Çetin Altan gibi isimlerle kalem kavgalarına girdi. Gazete yönetim kadrosu sol kesime ilgi duyan kişilere geçince Peyami Safa bu gazeteden ayrılarak Tercüman'a geçti (Mart 1959).

Ölümü

Peyami Safa Tercüman'da yazdığı dönemlerde Necip Fazıl Kısakürek'in Büyük Doğu'sunda da yazıyordu. Fakat kısa bir süre sonra Necip Fazıl'la ikinci kalem kavgasına girdi ve dergiden ayrıldı. 29 Nisan 1960'ta ise yazı işleri müdürüyle anlaşamadığı için Tercüman'dan ayrıldı. 27 Mayıs Darbesi'nden hemen önce Adnan Menderes'in davetlisi olarak Eskişehir'e gitti. Önceleri Demokrat Parti'yi desteklemesi ve Adnan Menderes'le yakın ilişikleri olması sebebiyle darbe sonrasında kurulan cuntacı rejim kendisine zorluklar çıkardı. Türk Dil Kurumu ve Türk Edebiyatçılar Birliği ile olan ilişkisi kesildi. Çıkardığı Türk Düşüncesi dergisinin yayımına ara verdi. Havadis gazetesi yazı kadrosuna girdi. Buradaki yazıları yüzünden aleyhinde protestolar düzenlendi. Sonraları Düşünen Adam ve Son Havadis gibi yerlerde yazılarına devam etti. Tüm bu süreç sonrasında yıpranan Peyami Safa, Erzincan'da yedek subay öğretmen olarak görev yapan oğlu İsmail Merve'yi 27 Şubat 1961'de kaybedince büyük bir sarsıntı geçirdi. 15 Haziran 1961'de Çiftehavuzlar'da bir arkadaşının evinde tansiyon yükselmesi sonrasında beyin kanaması geçirdi ve hayatını kaybetti. Gazeteciler Cemiyeti yazarın ölümünün ardından bir bildiri yayımladı ve tüm gazetecileri cenaze merasimine davet etti. 17 Haziran 1961'de ise Şişli Camii'nde kılınan cenaze namazı sonrasında Edirnekapı Şehitliği'nde toprağa verildi. Aile mezarlığında 1970 yılında ölen eşi ile kendisinden kısa süre önce ölen oğlunun da mezarı yer almaktadır.

Safa ailesinde hastalıklar

Cahit Sıtkı Tarancı, Peyami Safa eserlerinin daha iyi anlaşılması için hayatının bilinmesi gerektiğini belirtmektedir. Peyami Safa'nın küçük yaşlarda kemik veremi hastalığına yakalanması, kolunun kesilecek duruma gelmesi ve ailesindeki diğer hastalıklar eserlerine de yansımıştır. Peyami Safa'nın babası 1895 yılında vereme yakalandı, doktorların önerisiyle hava değişimi için Midilli'ye gitti ve iyileşerek İstanbul'a döndü. Bir süre sonra da Sivas'a sürgün edildi ve geçirdiği hastalıklar sebebiyle 35 yaşındayken hayatını kaybetti. Peyami Safa babasını kaybettiğinde henüz iki yaşındaydı ve bu sebepten "yetimi Safa" olarak anıldı. Ailedeki hastalıklar zinciri Peyami Safa'nın iki kardeşinin de ölümüne sebep oldu. Peyami Safa'nın amcası olan Ahmet Vefa'nın psikolojik sorunları bulunmaktaydı. Kardeşi İlhami Safa küçük yaşlarda tifoya yakalandı ve yedi yaşında sağlık durumu düzeldi. Annesi Server Bedia Hanım ise 1931 yılında üremi hastalığından hayatını kaybetti.

Hastalıkların ve ölümlerin çok yaşandığı bir ailede büyüyen Peyami Safa'nın 1938 yılında evlendiği eşi Nebahat Hanım'ın da çeşitli hastalıkları oldu. Eşinin yürüme zorluğu daha sonra felce dönüştü. Doktor Ayhan Songar bu hastalığı psiko-nörotik olarak değerlendirdi. Beşir Ayvazoğlu, Peyami Safa'nın eşinin durumundan bir hayli etkilendiğini söyledi. Peyami Safa'yı en çok etkileyen durum ise oğlu Merve'nin hastalığı oldu. Merve Safa Erzincan'ın Tercan ilçesine bağlı Elmalı köyünde askerlik görevini yedek subay öğretmen olarak yaparken karaciğerinden rahatsızlandı, akut ve hepatit şüphesiyle hastaneye kaldırıldı ve hayatını kaybetti. Oğlunun ölümü Peyami Safa'yı derinden sarstı ve çöküntüye uğrattı.

Yazın hayatı

Peyami Safa, edebi hayatına henüz on bir yaşında iken yazdığı Piyano Muallimesi adlı hikâye ile başladı. On üç yaşına geldiğinde Eski Dost adında bir roman denemesi yaptı. Bu dönemlerde şiir de yazan Safa, dedesi, babası ve amcaları gibi şiirde ısrar etmedi. Vefa İdadisi'nde öğrenci iken Bir Mekteplinin Hatıratı/Karanlıklar Kralı (1913) adlı hikâyesini çıkardı. Rehber-i İttihad'da öğretmenlik yaptığı dönemlerde Servet-i Fünûn ve Fağfur gibi dergilere hikâye, makale ve tercüme denemelerini gönderdi. Yirminci Asır'da imzasız olarak yayımladığı Asrın Hikâyeleri ile ismini duyurdu. Abdullah Cevdet'in etkisinde olduğu gençlik dönemlerinde fikirleri henüz temellenmemiş biriydi. Mütareke döneminde ise pozitivist ve materyalist düşüncelerin etkisinde kaldı. İlk uzun hikâyesi olan Gençliğimiz ve aynı yıl yayımladığı Sözde Kızlar adlı ilk romanıyla Mütareke İstanbulu'ndaki ahlaki kırılmaları eleştirdi. Yine bu yıllarda geçim sıkıntısını hafifletmek için Server Bedi imzasıyla aşk ve polisiye romanları yayımladı. 1924 yılında Maurice Leblanc'ın Arsen Lüpen adlı roman karakterinden esinlenerek Cingöz Recai tiplemesini yarattı ve oldukça ilgi gördü. 1924-1928 yılları arasında toplamda onar kitaplık Cingöz Recai'nin Harikulâde Sergüzeştleri ve Cingöz Recai Kibar Serseri kitap serilerini yayımladı. Gençlik dönemlerinde etkisinde kaldığı Abdullah Cevdet'in ilerleyen süreçte İngiliz mandasını savunması üzerine ondan uzaklaştı. Kendisinin düşünce anlamındaki temelleri I. Dünya Savaşı ve Mütareke yıllarında belirginleşti. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında ise bohem bir yaşam sürdü. Bu dönemlerde başta felsefe olmak üzere diğer sosyal bilim dallarına olan ilgisi arttı. Mustafa Şekip Tunç ve Hilmi Ziya Ülken gibi birçok felsefeciyle yakın dostluklar kurdu. Türk Felsefe Cemiyeti'nin 1931 yılındaki ikinci kuruluşunda etkin rol aldı. Cemiyetin oldukça tartışmalı konferanslarından ilkinde felsefe ve diyalektik üzerine bir bildiriyi hazırlayıp sundu (13 Ocak 1931). Bu yıllarda rasyonalist bir düşünceye kapılan Peyami Safa, Kültür Haftası'nda yayımladığı "Seziş Tahlil ve Riyâziye" başlıklı yazısında bu konudaki düşüncelerini açıkladı. Doğu ve Batı üzerine olan düşüncelerinin şekillenmesinde Avrupa'ya yaptığı seyahatin de etkisi oldu. Döndüğünde Büyük Avrupa Anketi ile fikri eserlerden sayılan Türk İnkılâbına Bakışlar'ı yayımladı. Hilmi Ziya Ülken bu eseri Türk inkılâbının felsefi monografisi olarak yorumladı. Eserinde Avrupa medeniyetini "riyâziyeleşmek" ve "siteleşmek" kavramları üzerinden anlatarak; Avrupa medeniyetinin gelişmesinde Türk mutasavvıfların rolü tezini savundu.

Türk İnkılâbına Bakışlar'da Kemalist milliyetçi olarak değerlendirilen Peyami Safa, II. Dünya Savaşı öncesinde Almanya'nın yükselişini takip etti. Savaş yıllarında ise antikomünist bir tutum içinde olduğu için Almanya'yı ve tek şefliliği savundu. Çınaraltı dergisindeki yazılarında Marksistleri hedef alan yazılar yazıp korporatizmi savundu. Sonraki süreçte kendisi de Marksistlerin hedefi hâline geldi. Hedefte olmasında Millet ve İnsan (1943) adlı eserinin büyük etkisi oldu. Bu eser Çınaraltı dergisindeki milliyetçi yazılarının derlemesi niteliğindeydi. Eserini 1961 yılında küçük değişiklikler yaparak Nasyonalizm adıyla tekrar yayımladı. Türk İnkılâbına Bakışlar'ın ikinci baskısında da birtakım düzenlemeler yapıp kendisini Kemalist sıfattan uzaklaştırdı. Doğu-Batı sentezine yönelik düşüncelerine ise sadık kaldı.

Safa, genel olarak on bir yaşında ilk adımını attığı, on dokuz yaşında ise gerçek anlamda başladığı yazı serüvenini ölümüne kadar devam ettirmiş, roman, makale, deneme ve fıkra gibi türlerde birçok eser vermiştir. Yazıları ile kendisini kanıtlamış ve çalıştığı gazetelerin tirajlarını artırmıştır. Beşir Ayvazoğlu gibi Safa'nın hayatını büyük ölçekte inceleyen Ergun Göze, 27 Mayıs sonrasında sekiz bin bile satmayan Havadis Gazetesi'nin Peyami Safa'nın başa geçmesiyle beraber seksen bin tiraja çıktığını belirtmektedir. Kendisi sadece gazetelere bağlı kalmamış, kendi çıkardığı dergiler dışında dönemin önemli dergileri olan Akbaba, Bozkurt, Fotomagazin, Olimpiyat, Seksoloji ve 7 Gün'de de yazılar yazmıştır. Pek çok yazar Safa'nın bu üretkenliğine vurgu yapmıştır. Halit Fahri Ozansoy onun çok okuyan bilgili bir şahıs olduğu ve zaman içinde felsefe ve sosyolojiye ilgi duyduğunu açıklamıştır. Gazeteci Tekin Erer'de Basında Kavgalar adlı araştırma kitabında Peyami Safa'nın çok fazla yazmasını psikolojik sorunlarına bağlamaktadır. Toker Yayınları tarafından bir komisyona hazırlatılmış olan Peyami Safa adlı kitapta kendisinin yükseköğretim görmemesine rağmen psikoloji, felsefe, sosyoloji, tıp ve iktisat gibi konularda çok entelektüel bir tavrının olduğu vurgulanmaktadır. Bunun temel gerekçesi olarak da küçük yaşlarda Fransızcayı öğrenmesi gösterilmektedir. Kendisinin bu özelliğine atıfta bulunan diğer bir isim ise Galip Erdem'dir. Doktor Recep Doksat da Peyami Safa'nın tıp konusunda bir doktor kadar bilgili olduğunu belirtmektedir.

Biyografi yazarlığı

Safa'nın üretken bir yazar olması, verdiği eserlerin ve bu eser türlerinin akademik olarak geniş çaplı incelenmesini zorlaştırmıştır. Çeşitli kişiler hakkında yazdığı biyografileri akademik olarak tıpkı hikâyeciliği gibi pek fazla ele alınmayarak gözardı edilmiştir. Çalıştığı gazete ve dergilerde nekroloji türünde yazılar yazan Safa en az 17 adet de biyografi türünde eser verdi. Bu türdeki eserlerinde genellikle tanıdığı kişilerin ölümlerinin ardından onlarla ilgili anılarını ve bilgilerini paylaşarak verdikleri eserler ile toplum içindeki etkilerini işledi. Biyografik özellikler taşıyan bazı yazıları ise Ötüken Neşriyat tarafından Objektif serisi ile Yazarlar, Sanatçılar, Meşhurlar adlı kitapta toplandı.

Safa'nın Osmanlı Türkçesi ile verdiği biyografik eserlerinde ağırlıklı olarak tarih ibaresi bulunmamaktadır. Fakat Büyük Halaskârımız Mustafa Kemal Paşa başlıklı eser bu tanımın dışında kalmakla beraber yayın tarihi konusunda iki farklı görüş bulunmaktadır. Beşir Ayvazoğlu bu eserin 1920 yılında yazıldığını belirtirken, eser içerisindeki bazı cümleler ise 1920 yılı yerine 1923-1924 yılı arasını işaret etmektedir. Peyami Safa'nın biyografi yazarlığına konu ettiği kişiler ise iki başlık altında incelenmektedir. Bunlar Türk Kurtuluş Savaşı kumandanları ve erken Cumhuriyet dönemini fikri anlamda etkilemiş kişilerdir. İlk gruptaki biyografileri daha duygusaldır ve Millî Mücadele dönemi koşullarını yansıtmaktadır: ikinci gruptakiler ise daha tarafsız ve bilimsel bir üslupla yazılmıştır. Türk Kurtuluş Savaşı kumandanları hakkındaki biyografileri kişilerin ölümlerinden önce kaleme almıştır. Kendisinin bu kişiler hakkında taraflı görüşleri en fazla Mustafa Kemal Atatürk hakkındaki eserinde görülmektedir. Safa, Atatürk'ü ülküleştirerek yüceltmiş, insanüstü özelliklerle donatmış ve kusursuz bir Türk önderi olarak yansıtmıştır. Aynı durum Kâzım Karabekir biyografisinde de geçerlidir. Onun biyografi anlayışında duygusallığı ve sahiplenmeyi ön plana çıkarması bu türdeki eserlerinin biyografi tanımı ile tarihi roman tanımı arasında kalmasına neden olmuştur.

Server Bedi

Yaygın olan bir görüşe göre Peyami Safa'nın çok yazmasının ekonomik nedenleri vardır. Özellikle Server Bedi imzalı eserlerinde bu ekonomik nedenler belirgindir. Annesinin adından (Server Bedia) uydurduğu Server Bedi lakabı ile 140'a yakın roman yazmıştır. Bu romanlara edebiyat dünyasında piyasa romanı da denmektedir. Bu lakapla yazdığı romanları arasında en tanınan ise Cumbadan Rumbaya (1936) adlı eser ve Cingöz Recai tiplemesidir. Bu tiplemesini yaratırken Maurice Leblanc'ın Arsen Lüpen karakterinden esinlendi. Peyami Safa Türk İnkılâbına Bakışlar'da Server Bedi imzasını ilk olarak ağabeyi İlhami Safa'nın kullandığını, kendisinin ise I. Dünya Savaşı sonrasında kullanmaya başladığını açıklamıştır. Halit Fahri Ozansoy ve bazı edebiyat eleştirmenlerine göre Peyami Safa'nın Server Bedi imzalı eserleri halk romancılığı kapsamına girmektedir. Ergun Goze, Peyami Safa'nın Server Bedi imzasını kullanmasının ana nedenini sanata duyduğu saygıya bağlamaktadır. Edebiyat tarihçisi İsmail Habip Sevük ise Peyami Safa'nın Server Bedi imzasını kullanmasındaki amacının bu imza ile verdiği eserler ile edebi ürünlerini ayırmak olduğunu ifade etmektedir. Bu açıklama Türk Dili Ve Edebiyatı Ansiklopedisi'nde de geçmektedir.

Server Bedi imzası taşıyan eserler ekonomik nedenlerle yazılmış polisiye ve halk tipi eserlerdir. Toker Yayınları tarafından çıkartılan "Peyami Safa" adlı kitapta yazarın kendisini iki ayrı türde yazmaya alıştırdığını ve Server Bedi imzalı eserlerin Peyami Safa imzalı olanlardan geri kalmadığı belirtilmektedir. Buna benzer ifadeler "Sevenlerin Kalemiyle Peyami Safa" adlı kitapta da tekrarlanmaktadır.

Peyami Safa bir röportajında Server Bedi imzalı eserlerinden en çok Zıpçıktılar, Hey Kahpe Dünya, Cumbadan Rumbaya ve bazı Cingöz Recai serilerini sevdiğini belirtmiştir. Bu imza ile verdiği eserleri yoğun bir şekilde eleştirilmiş, kendisi de bu eleştirilere sert bir şekilde cevap vermiştir. Buna Nurullah Ataç, Selami İzzet ve eski öğrencisi ve dostu olan Doğan Nadi ile girdiği polemikler örnek verilebilir. Fakat bu konuda kendisine en ağır eleştiri ve ithamlar Nâzım Hikmet'ten gelmiştir. Nâzım Hikmet Peyami Safa'yı başkalarının düşüncelerini Cingöz Recai tiplemesi ile çalıp çırpmakla suçlar. Bu söylemine gelen cevabın ardından Peyami Safa'yı burjuva edebiyatı yapmak ve "zina edebiyatı numuneleri vermekle" itham ederek eserlerinin işportaya düştüğünü iddia eder. Peyami Safa bu ithamlara Hafta dergisindeki yazısıyla cevap vererek, "eski dostunu cin çarptığını", "hafızasın kalmadığını", "kendisinin türü türlü zina ve sergüzeşt filmi, hikâyesi ve yazısı olduğu", "kendi kitapları hakkındaki eski methiyelerini unuttuğunu" söyler. Safa'nın bu sözlerine Nâzım Hikmet daha önceden Yakup Kadri Karaosmanoğlu'na yazdığı manzumenin bir benzeri ile cevap verir. Peyami Safa ise son olarak tartışma seviyesinin düştüğünü, Nâzım Hikmet'in tartışmayı soytarılığa çevirdiğini ve artık cevabı Cingöz Recai'nin vereceğini söyler. Aradan iki hafta geçtikten sonra Peyami Safa bilinen ilk manzumesini Nâzım Hikmet'e cevap olarak yazar.

Server Bedi imzalı eserler Peyami Safa'nın kendi deyişiyle de tefrika romanlardır. Bu romanlarda ele aldığı temel konu polisiye olaylar ve kadın-erkek ilişkileridir. Bu imza ile verdiği eserlerinin çoğu ikinci baskıyı görememiştir. Bazı tefrikalarını sonradan düzeltme yoluna da gitmiştir. Bu imza ile bir çocuk romanı bir de casusluk romanı yazmıştır. Amerika'da Bir Türk Çocuğu adlı eser ısmarlama şeklinde yazılmıştır. Bu ısmarlama bilgisine kitabın başında değinilmiştir. Aynı durum Cingöz Merih'te adlı romanda da görülmektedir.

Ötüken Yayınları'nın Seval Şahin koordinesinde Peyami Safa külliyatını tamamlama projesiyle Safa'nın Cingöz Recai serisi toplanarak yayımlandı.

Romancılığı

Peyami Safa 1914-1961 yılları arasındaki yazın hayatında kendi imzası dışında Server Bedi, Çömez, Serâzâd, Safiye Peyman ve Bedia Servet gibi takma adlarla süreli yazılar yazmıştır. Peyami Safa'nın toplamda 500'e yakın yazısı bulunmaktadır. Fakat 2017 yılı itibarıyla eksiksiz bir bibliyografyası henüz hazırlanmamıştır. Kendisi edebiyatın hemen hemen her türünde eser vermesine rağmen romanlarıyla ön plana çıkmıştır. Sürdürdüğü yaşamın izleri romanlarına da yansımıştır. Çok küçük yaşlarda babasını ve kardeşini Sivas'ta kaybetmiştir. Sonraki süreçte ise annesi ve ağabeyi İsmail Safa ile birlikte ekonomik zorluklar altında yaşamıştır. Yine çocukluğunda yakalandığı kemik veremi[6] hastalığı onda derin etkiler bırakmıştır. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı romanında hastane atmosferinin etkisi görülmektedir. Hastalığı yüzünden eğitimine devam edememiş, kendi kendisini yetiştirmek zorunda kalmıştır. Yusuf Ziya Ortaç ve Hilmi Ziya Ülken de onun bu yönüne dikkat çekmiştir. Peyami Safa'nın kültürel gelişiminde ve dolayısıyla romancılığında küçük yaşlarda öğrendiği Fransızca'nın da etkisi vardır. Yalnızız romanında Meral ve Feriha karakterleri arasındaki ilişki buna örnek verilebilir. Yine yabancı dil bilmesiyle Batı kültürünü de yakından tanıma fırsatı bulmuş; ilk yazılarının bir kısmı Maupassant, François de La Rochefoucauld, ve Jean-Jacques Rousseau'dan yaptığı tercümeler olmuştur.

Peyami Safa'nın 1914-1918 yılları arasındaki ilk hikâye deneyimlerinde dönem şartlarına uygun "entrika" ağırlıklıdır. Yirminci Asır gazetesinde Asrın Hikâye'leri başlıklı hikâyeleri onun ilk ciddi deneyimleri olmuştur. Hikâyelerinin beğenilmesi ve çevresindeki yazarlarca teşvik edilmesinden sonra itibar ve güven kazanmıştır. Kısa bir süre sonra yirmi üç yaşında iken ilk romanı olan Sözde Kızlar'ı yayımlamış ve kamuoyunda daha da tanınmaya başlamıştır. Bu roman ilk başta Serâzâd imzasıyla Sabah gazetesinde tefrika edilmeye başlanmışsa da yarıda kalmıştır. Peyami Safa bu romanını kendi açıklamasına göre sadece geçim kaygısı güttüğü için kaleme almıştır. Sözde Kızlar Peyami Safa'nın ilerleyen süreçte sıklıkla değindiği ve eserlerinde kullandığı Doğu-Batı konusunun ilk izlenimleridir. Ayrıca bu romanının olumlu/olumsuz eleştirilere hedef olmasından sonra ikinci baskısının Mukaddime kısmında birtakım açıklamalara yer vermiştir. Ayrıca bu eseriyle beraber Mahşer ve Cânân'ı "çocukluk eserlerim" diye tanımlar. Özellikle de Cânân'ı "ele alınmayacak kadar" kusurlu bulur.

Sözde Kızlar, Mahşer, Cânân ve Süngülerin Gölgesinde Peyami Safa romancılığının ilk evresine ait eserlerdir. Romancılığın ikinci evresine ait eserlerin başında ise Şimşek ve Bir Akşamdı gelmektedir. Özellikle Şimşek adlı eseri Peyami Safa'nın sonraki süreçte vereceği ürünlerin bir prototipidir. 1920-1930 yılları arasına ait bu eserler onun gerçek doygunluğa geçmesindeki önemli süreçlerden biridir. Eserlerinde zaman kavramı oldukça önemli olmuş, devrin özelliklerini yansıtmıştır. Cânân ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşu I. Dünya Savaşı dönemi, Sözde Kızlar, Şimşek, Mahşer, Bir Akşamdı, Bir Tereddüdün Romanı ve Biz İnsanlar Mütareke Dönemi ve sonrası, Fatih-Harbiye İnkılap dönemi, Matmazel Noraliya'nın Koltuğu ve Yalnızız ise II. Dünya Savaşı ve sonrasına ait eserleridir. Kendisi roman konusunda Maupassant'ın tesirinde kalmış, onu Flaubert'ten daha başarılı bulmuştur. Peyami Safa'nın ilk dönem hikâye ve romanlarında Maupasant'ın izleri keskin bir biçimde görülmektedir. Kendisini etkileyen diğer romancılar arasında Émile Zola da vardır. Fakat onun etkisi Maupasant'a göre daha azdır. Peyami Safa'nın romancılık gelişimi ayrıntılı olarak izlendiğinde sadece Fransız romancılardan değil, İngiliz romancılarından da etkilendiği görülmektedir. Bu isimler ise genel olarak Aldous Huxley, Oscar Wilde ve Virginia Woolf'tur. Kendisinin iyi düzeyde Fransızca bilmesi, Batı'daki isimleri ve yenilikleri takip etmesine olanak sağlamıştır.

Peyami Safa'nın Sözde Kızlar adlı romanı Sabah gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. Fakat gazetenin kapanması ile tefrika yarım kaldı. Kitap olarak ilk Orhaniye Matbaasında basıldı. Peyami Safa bu romanında yozlaştırılmış Batı kültür ve yaşamına eleştirel bir üslupla yaklaştı. Bu tarz bir hayatı benimseyenlerin vatanlarının işgal edilmesini bile umursamayıp keyfi bir yaşam sürmeleri romanın ana konusu olurken, asıl işlenen Doğu-Batı arasındaki kültürel çatışmalar ve bunun insanlar üzerine olan etkisidir.

Şimşek'te bir hasta ile rahat büyümüş bir kadının evliliğini ve kadının eşini aldatması konusunu işleyerek aile konusu üzerine durdu. Bu roman kendisinin ilk dönem eserlerinden olduğu için edebi ve tahlil yönünden sade bir görünüme sahiptir. Mahşer'de I. Dünya Savaşı'nın yıkıcı ve sosyo-kültürel etkileri görülmektedir. Konusu genç bir öğretmenin Çanakkale Savaşı'na katılması, savaş sonrasında geçim sıkıntısı çekmesi, birçok olumsuz duruma şahit olması ve yaptığı evliliğidir. Romanın genel teması ise savaş sonrasında yaşanan kültür değişimleridir. Cânân'da kendi çıkarları için çevresindeki erkekleri kullanan güzel bir kadınının evli bir adamı eşinden ayırması, onunla evlenmesi, öz annesi tarafından öldürülmesi ve yalnız kalan erkeğin eski eşine geri dönmesini işledi. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı otobiyografik eseri Resimli Ay matbaasında basıldı. Bu eserini arkadaşı Nâzım Hikmet'e ithaf etti. Konu olarak da on beş yaşındaki genç bir çocuğun hastalığı sebebiyle yaşadığı acı ve sıkıntıları işledi. Yaptığı tahlillerle psikolojik roman türünde Türk edebiyatı'nın özgün eserlerinden birini verdi. 1943 yılında İngilizceye çevrilen Fatih-Harbiye'de Doğu-Batı çatışmasını ve bunun genç nesillere olan etkisini bir genç kız ile onun ailesi, sözlüsü ve arkadaşları ekseninde işledi. Bir Tereddüdün Romanı'nda I. Dünya Savaşı sonrasında Türk aydınlarının yaşadığı değişimleri ele aldı. Matmazel Noraliya'nın Koltuğu'nu parapsikoloji, metapsişik ve ispritizma gibi düşüncelere ilgi duymaya başladığı bir dönemde yazdı. Romanın ana temasında karşılaştığı birtakım olayları materyalist ve pozitivist dünya görüşü ile açıklamaya çalışan bir gencin hikâyesi vardır. Yalnızız, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ve Matmazel Noraliya'nın Koltuğu ile beraber Peyami Safa'nın bıraktığı en önemli eserlerin başında gelir. İlk olarak Yeni İstanbul'da tefrika edilmiş ardından da kitap olarak basılmıştır. Bu romanda da parapsikolojik ve metapsişik gibi konular irdelenmiştir. Eserde Doğu-Batı sentezi kavramı bir ütopya olarak da işlenmiştir. Simeranya ütopyası ana karakter olan Samim'in hayalî bir dünyasıdır.

Biz İnsanlar Peyami Safa'nın son romanı sayılmaktadır. İlk olarak 1937 yılında Cumhuriyet'te tefrika edilmeye başlanmışsa da ancak 1959 yılında kitap halini alabilmiştir. Bu eserde Mütareke dönemi aydınlarının düşünce dünyasını irdeleyen materyalizm, sosyalizm, mandacılık ve milliyetçilik akımlarının etkisi görülmektedir.

Peyami Safa'nın romancılığı genel anlamda Doğu-Batı çatışmaları ve sentezi üzerine kuruludur. Bu medeniyetler arasında yaşanan psikolojik ve bedeni problemler romanlarında öne çıkan konuların başında gelir. Seçtiği hikâyeler metafizik unsurlarla genişletilmiştir. Eserleri yayımlandığı dönemlerin sosyal, psikolojik, kültürel, ekonomik ve siyasal izlerini taşır. Roman yazımı için önemli sayılan takdim, teşvik, takdir, tenkit, tasvir ve tahlil ögelerini romanlarında sıklıkla tercih etmiş, tahlil yeteneği ile Türk edebiyatı için önemli yapıtlar bırakmıştır. Anlatım tekniği çoğu zaman birinci ve üçüncü tekil şahsın anlatımıdır. Bu ikisi dışında biyografik anlatım tekniğinin izleri Bir Tereddüdün Romanı ile Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nda ağır basmaktadır. Romanlarında genç kadın karakterleri kültürel değişimlerinden en fazla nasibini alan kişilerdir. Romanlarındaki kadınların genel olarak belirli bir meslekleri yoktur; bazıları yabancı dil bilir (Mualla, Vildan, Vedia) bazıları da öğrencidir (Neriman, Selma). Romanlarındaki ana düğüm ve çözümler kadın karakterlerin üzerine kuruludur. Erkek karakterler ise genel anlamda bedeni ve ruhi anlamda zaafları olan kişilerdir. Maddi ve manevi problemler erkek karakterlerin genel özellikleridir. Bu kişiler ya ailelerinden ayrılarak yalnız yaşayan (Nihat, Ferit, Orhan) ya da ailesi ile yaşayan fakat farklı bir ruh dünyasına sahip kişilerdir (Genç Hasta, Şinasi).

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ve Bir Tereddüdün Romanı Peyami Safa'nın otobiyografik eserleridir. Bu yapıtlarda ve bütün romanlarında geniş mekân olarak İstanbul'u seçmiştir. Bunların dışında Londra (Bir Tereddün Romanı), Berlin (Dokuzuncu Hariciye Koğuşu), Roma (Bir Tereddün Romanı) ve Paris (Yalnızız) gibi şehirler ile Fatih (Fatih-Harbiye), Şişli, Cerrahpaşa, Şehzadebaşı (Sözde Kızlar) gibi mahalle ve semtleri mekân olarak tercih etmiştir. Dar mekân olarak da ev (müstakil, apartman dairesi, konak, yalı), otel, pansiyon, resmi daireler, otomobil, tramvay ve gemileri seçmiştir. Romanlarındaki mekân unsuru sosyal seviye ve yaşam tarzlarını da yansıtmaktadır. Örneğin Şişli ve Beyoğlu gibi semtler Avrupai yaşam tarzını, eğlenceyi ve alafrangalığı simgelerken, Fatih, Şehzadebaşı, Beyazıt ve Cerrahpaşa gibi yerler ise Doğu'yu temsil etmektedir. Romanlarındaki zaman dilimi on dokuz ve yirminci yüzyıldır. Genel anlamda Peyami Safa, yaşadığı şehir, zaman dilimini ve yaşamındaki değişimleri eserlerine da yansıtmış, Türk edebiyatında psikolojik roman türünde ön plana çıkmıştır. Ayrıca Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ve Fatih-Harbiye adlı eserleri Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı tarafından ortaöğretim öğrencilerine tavsiye edilen 100 temel eser arasındadır.

Romanlarında hastalıklar

Peyami Safa'nın küçük yaşlarda vereme yakalanması onu tıp konusunda araştırma yapmaya iter. Annesi Server Bedia Hanım oğlunun tıp konusundaki ilgisinden söz etmiştir. Öğrendiği Fransızcanın da tıbbi bilgisinde etkisi olmuştur. Onun bu konudaki bilginliği sağlık camiasından kişilerinden de dikkatini çeker. Bu kişiler Ayhan Songar, Recep Doksat, Fahrettin Kerim Gökay ve Bülent Tarcan gibi tanınmış tıp profesörleridir. Hatta dost olduğu bazı doktorlar kendisinden mecazi olarak meslektaş olarak bahseder.

Peyami Safa hem kendi hastalıkları hem de yakın çevresinde şahit olduğu hastalıklara romanlarında sıkça yer vermiştir. Romanlarında en az 32 hastalığa yan konu veya anlatımı zenginleştirmek amacıyla yer vermiştir. Fakat bizzat şahit olduğu hastalıklara daha fazla değinmiştir. Bunun sebebi küçük yaşta yakalandığı kemik veremi hastalığıyla yedi yıl gibi bir süre mücadele etmiş olmasıdır. Peyami Safa'ya göre en büyük hastalık ruhtadır. Ruhtaki hastalığın tedavi edilmemesi vücudun diğer yerlerine de sıçrar. Ayrıca sıkıntı en büyük hastalık nedeni olup kanser ve veremin de başlıca nedenidir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu hastalığın en çok işlendiği ve ana tema olduğu bir eserdir. İsimsiz başkahraman tıpkı yazar gibi kemik veremine yakalanmıştır. Fakat bu hastalık roman kişisinin ayağında, yazarın ise kolunda baş gösterir. Otobiyografik olan bu eserde çocukluk yıllarında yakalandığı kemik veremi yüzünden çektiği acıları anlatmıştır. Romanda verem hastalığının teşhisi ve tedavi süreci hem Latince adlarla hem de halk dilindeki söylemlerle okuyucuya aktarmıştır. Cumbadan Rumbaya adlı eserinde veremle ilgili ayrıntılı bilgilere yer vermiştir. Bir Akşamdı'da Meliha'nın babası veremdir, ayrıca bu eserinde vereme neden olan Basil dö Koch virüsünü kişileştirerek konuşturmuştur. Felç de tıpkı verem gibi romanlarında sıkça yer verdiği hastalıklardan biridir. Cânân'da bu hastalığın üç farklı türüne değinmiştir. Matmazel Noraliya'nın Koltuğu bu hastalığın en çok yer aldığı romandır. İşlediği diğer hastalıklar ise genel olarak zehirlenme, menenjit, zatürre, bronşit, frengi ve kanserdir. Bunlar arasından menenjitin belirtileri konusunda dikkat çeken açıklamalar yapmış, Biz İnsanlarda bu hastalığın üzerine ayrıca durmuştur.

Hastalıklara geniş yer ayıran Peyami Safa buna ters olarak hastanelere pek fazla yer ayırmaz. On dört romanında sadece Taksim ve Cerrahpaşa hastanelerinin adını verir. Matmazel Noraliya'nın Koltuğu romanının başkahramanı Ferit tıp eğitimini yarıda bırakır, Safa ise eserlerinde telaffuz ettiği hastalıkların büyük bir kısmını Ferit karakteri ile okuyucuya aktarır. Bazı romanlarında bir hastalığın bütün yönlerini ele alırken bazılarında ise sadece tek bir türe yer verir. Tıbbi terimlerinin en fazla yer aldığı eseri ise Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'dur.

Romanlarında kadınlar

Romanlarındaki kadın karakterlerin benzer özellikleri vardır. Seçtiği kadın kahramanların genel olarak ruhsal ve fiziksel durumları ile toplum içindeki sosyal konumları büyük benzerlikler göstermektedir. Birbirlerine düşünsel ve yaşamsal olarak uzak olan kadın karakterler arasında piyano çalmak tarzında benzer davranış ve hevesler dikkate değer bir saptamadır. Kadın kahramanlar genel anlamda ruhsal olarak sinirli ve hassas kişiliklere sahip insanlardır. İstenmeyen ve aniden gelişen olaylara büyük tepki gösterirler. Bu tanımın tam tersi özelliklere sahip kadınlar da romanlarında görülmektedir fakat sayıları azdır. Kendisinden nefret eden kadınların sayısı da azımsanmayacak düzeydedir. Bir Tereddüdün Romanı'nda Vildan, Yalnızız'da Meral ve Sözde Kızlar'da ise Belma kendisinden nefret duyan başlıca kadın karakterlerdir.

Kadın karakterler bedenen sağlıklı görünen kişilerdir fakat çoğunun ruhsal sorunları mevcuttur. Kadınların yaş ortalaması genel olarak yirmi ile yirmi beş arasında değişmektedir. Bu rakamlar Bir Akşamdı'da Meliha (18) ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nda Nüzhet (19) ile biraz daha düşmektedir. Kadınlar en az bir dünya görüşüne sahip kişilerdir. Tüm romanlarında mekan olarak İstanbul'u seçmesi gibi kadın karakterleri de ya İstanbul doğumludur ya da küçük yaşlarda bu şehre göç etmiştir. Küçük bir azınlık dışında çoğu eğitim almış kişilerdir ve Fransız mektebi kökenlidir; iyi derece Fransızca konuşurlar, bazen Fransızca düşünürler, hatta bazı kelimelerin Türkçe karşılıklarını unuturlar. Hizmetçiler dışında öne çıkan kadınların meslekleri yoktur fakat bu kadınlar klasik Türk ev kadını görünümünde değildirler. Boş zamanlarında piyano çalarlar, davet ve balolara katılırlar, eğlence ve ziyafetler düzenleyip gezintilere çıkarlar.

Romanlarındaki evli kadın karakterleri Türk toplumunda önemli bir yeri olan aile kavramına olan bağlılıklarını yitirmiş durumdadırlar. İstanbul'un kenar semtlerinin tipik özelliklerini taşıyan kadın karakter ise hiç yoktur. Geçmişinde bu mahallerin izleri olan kadınlar ise sonraları sosyete ve zengin cemiyet ortamlarına dahil olmuştur. Bu genellemeye uyan kadınlar çoğunlukla dejenere olmuş ve batılılaşmayı yanlış yorumlayan kişilerdir. Aynı zamanda dönem olaylarına ilgisiz durumdadırlar.

Hikâyeciliği

Türk edebiyatında hem romancı hem de bir düşünür olarak tanınan Peyami Safa'nın hikâyeleri pek fazla bilinmemektedir. Mehmet Kaplan'ın kapsamlı bir eseri olan “Hikâye Tahlilleri”nde de Peyami Safa'nın hikâyeciliği yer almamıştır. Bazı yazarlar onun bu yönünün pek fazla bilinmesini yeterli sayıda baskı yapılmamasına bağlamaktadır. Peyami Safa birçok Türk romancısı gibi yazın hayatına hikâye ile başlamıştır. İlk hikâye kitabı Bu Kitabı Okumayın'dır ve bu eseri formattan oluşan bir yapıdadır. Daha sonra henüz 14 yaşındayken Bir Mekteplinin Hatıratı / Karanlıklar Kralı adlı hikâyesini yayımlar. Diğer hikâye kitapları ise İstanbul Hikâyeleri, Gençliğimiz, Siyah Beyaz Hikâyeler, Aşk Oyunları ve Ateş Böcekleri'dir. Kendisine ait çoğu hikâye 1980 yılında Halil Açıkgöz tarafından derlendi ve Ötüken Neşriyat tarafından Hikâyeler başlığı ile yayımlandı. Halil Açıkgöz takdim kısmında Peyami Safa'nın bu kitapta bulunanlardan daha fazla hikâyesi olduğunu belirtti. Peyami Safa'nın hikâyeciliği akademik olarak pek fazla incelenmemiştir. Çok az sayıdaki incelemelerden biri de İrfan Ülkü'nün Haziran 1981'de yaptığı derlemedir.

Peyami Safa'nın hikâyeciliği Türk toplum değerleriyle özdeşleşen gözlemci bir yapıdadır ve toplum onun eserlerinde oldukça yer edinmektedir. Hikâyelerindeki gözlemci yapı dedektifi bir yapıdadır. Bu özelliği kendisinin polisiye romanlar yazmış olması ile açıklanmaktadır. Psikolojik tahliller romanlarındaki kadar geniş ölçekli olması da hikâyelerinde de görülmektedir.[90] Mehmet Tekin Peyami Safa hikâyeciliğinin Maupassant'tan etkilendiğini ve ilk eserlerindeki üslup ve yazış şekillerinin benzediğini belirtmektedir.

Peyami Safa hikâyeleri konularına genel olarak dört ayrı tasniften oluşmaktadır. Peyami Safa ilk olarak savaşlar silsilesiyle Türk toplumundaki etkileri ve ahlaki çöküntülerini işledi. Bu tarzdaki hikâyelerinde eşlerini aldatanlar, hırsızlar, dolandırıcılar ve dejenere olmuş insanlar geniş bir yere sahiptir. Peyami Safa İkinci olarak sevgi ve aşk temasını ve kadın-erkek ilişkilerini, üçüncü olarak az sayıda milliyetçi duyguları ve son olarak da bu üçü dışında kalan hayatın farklı yönlerini hikâyelerine yansıttı. Bütün romanlarında mekan olarak İstanbul'u seçen Peyami Safa, hikâyelerinde de ağırlıklı olarak bu tarzını sürdürdü. Genel anlamda romanlarıyla benzer özellikler taşıyan bu hikâyeler romanlarının bir prototipi olarak görüldü.

Sanat ve edebiyat anlayışı

Peyami Safa'nın 1918'den beri kaleme aldığı yazılarındaki konular günümüzde hâlen daha tartışılmaktadır. Çeşitli gazete ve dergilerde tartışma, savunma ve izahat gibi başlıklarla eğitim-öğretim, Cumhuriyet devrimleri, doğuluk, batıcılık, kültür, medeniyet, kozmopolitlik-milliyetçilik karşıtlığı, modernizm, sanat, felsefe, tenkit ve edebi akımlar gibi konularda düşünceleri açıklamıştır. Düşünceleri sebebiyle genel olarak Cumhuriyet devrimlerinin, millî hassasiyetlerin ve geleceğin savunucusu olarak görülmüştür. Arkadaşı Mustafa Şekip Tunç'a göre Peyami Safa'nın karşılaştığı zorluklar onu bir yandan terbiye etmiş, bir yandan da yazmaya teşvik etmiştir. Şükran Kurdakul ise Peyami Safa'nın düşünce yapısındaki değişimlere dikkat çekerek onun zamanında Nâzım Hikmet'le beraber eski ve gelenekçi edebiyat kuşağını tasfiye etmeye çalıştığını ifade etmiştir. Aynı zamanda Kurdakul, Peyami Safa'nın sosyolojik düşüncelerinde Durkheim'e yakın olduğunu ve faşist düşüncelerin II. Dünya Savaşı sonrasında yıkılmasından sonra da mistisizme yöneldiğini kaydetmiştir.

Sanat ve edebi akımlar

Peyami Safa'nın sanat ve edebi görüşleri dönemin hareketli tartışmaları ve kalem kavgaları arasında gölgede kalmıştır. Cumhuriyet dönemi aydınlarından sayılan Peyami Safa'ya göre sanat, güzelin içinde doğruyu; bilim ise doğru olanın içinde güzel olanı bulur. Ona göre güzel ve doğru birbirine paraleldir, birbirlerinden büyük ölçekle ne ayrıdırlar ne de büsbütün benzerdirler. Her edebi ürün bir felsefi düşünceyi içinde barındırır. Öne çıkmış yazar ve şairlerde felsefi düşünce açık bir eğilim ve izahat hâlindedir. Sanat eserleri ise düşünsellikten çok yaşanmışlık sonrasında doğmaktadır. Edebi akımlarını ise "edebiyat çığırları" olarak incelemiştir. Bu akımları ekol, çeşit veya nazariye denebileceğini söylemekte ve bunların felsefi akımlarla bir tutulamayacağını da belirtmektedir.

Roman ve şiir

Peyami Safa romancılığının gelişim süresince roman anlatıcısının aradan çekilmesini arzulamıştır. Safa'ya göre roman bir plandan tamamıyla ayrılmamalıdır. Kendi romanlarında psikolojik betimlemeler ile insanın iç macerasını anlatmaya önem vermiştir. Düzmece gerçekleri biyografik gerçeklerden daha değerli bulmuş ve her romanında yeni teknikler geliştirmeyi denemiştir. Gerçeklik hisse veren romanları realist; yaşamı planlı bir şekilde taklit eden romanları ise romantik olarak değerlendirmiştir. Yeni roman kavramını ise natüralizm, realizm ve romantizm kavramlarından ayrı olarak betimlemiştir. Ona göre yeni roman anlayışında belirli bir konu yoktur, olayların zaman dizini değişmiştir; zaman ve mekân da belirsizdir. Safa'nın bu görüşleri günümüzde "postmodern", "büyülü gerçekçilik", "bilinç akışı", "parçalılık" ve "okur merkezli eleştiri yönelimi" şeklinde genel tanımlara aittir.

Lisedeki küçük denemeleri ve Nâzım Hikmet'e cevaben yazdığı bir manzume dışında şiir türünde önemli eseri bulunmayan Peyami Safa, şiir sanatını "doktorluk gibi güç bir uğraş alanı" olarak yorumlamıştır. Ona göre Türkiye'de şiir yoktur fakat buna tezat olarak şair sayısı fazladır. Bu durumu şiirden az anlayanların çok fazla olmasına bağlamıştır. Halk şiirine de sıcak bakmayan Safa, bunu iptidai olarak değerlendirir. Şairlerin halk şairlerini özenmelerine karşı çıkarak bu uğraştan uzaklaşmalarını, hatta onları aşmaları gerektiğini belirtir. Bir yazısında ise halk şiirini işlenilmesi gereken bir ağaç gövdesine benzetmiştir. Genel olarak şiirin fizik ve metafizik arasında özgür bir şekilde olması gerektiğini savunmuş; şairi sahip olduğu zekasıyla değil ruhuyla yazan kişiler olarak tasvir etmiş, gerçek şiiri ise sadece vezin, kafiye veya güzellikten oluşmayacağı şeklinde yorumlamıştır.

Düşünce dünyası

Peyami Safa küçük yaşlarda başladığı yazın hayatına birçok eser sığdırmış ve birçok değişim yaşamıştır. Bunun dışında gazetecilik mesleğini uzun yıllar sürdürmesi, dönemin öne çıkan gazete ve dergilerinde yazılar yayımlaması, Türk Dil Kurumu üyeliğinde ve İstanbul temsilciliğinde bulunması, Türk Felsefe Cemiyeti'nde yer alması, konferanslar vermesi[96], Osmanlı İmparatorluğu'nda doğup imparatorluğun çöküşüne, Balkanlar ve Trakya üzerinden gelen Türk göçlerine, yeni Türk devletinin kuruluşuna, Tanzimat'la başlayan yenileşmenin Atatürk Devrimleri ile hızlanmasına, Türkiye'de tek partili döneme, Türkiye'de çok partili döneme ve 27 Mayıs Darbesi'ne şahit olması onun fikri yönünü de etkilemiştir. Farklı konularda en az 18 adet fikri eser yazmış, çok sayıda Kimdir, Nedir? Serisi çıkarmış, Fransız yazarlardan tercüme yapıp öğrenciler için gramer kitapları hazırlamıştır.

Milliyetçiliği

Peyami Safa milliyetçiliği Türk milletinin var olması için bir araç olarak gördü. Kemalist devrimlerin bir nevi savunuculuğunu yaptığı Türk İnkılâbına Bakışlar'da milliyetçiliğin doğuşunu halkların gördüğü sarsıntılara ve yıkımlara bağladı. Türk milliyetçiliğinin doğuşunu ise Balkan Savaşları'na bağlayarak yeni Türk devletinin kendisini kanıtlamak için bir takım tarihi değerlere ve başarılara atıfta bulunduğu saptamasını yaptı. Kemalist milliyetçiliğin İtalyan emperyalizmine maruz kalmış Habeşistan veya Japonya ve Çin anlaşmazlığı sonucunda ortaya çıkan Asya kökenli milliyetçilikle bir tutulamayacağını belirtti. Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde ortaya atılmış fikirlerden sadece Türkçülük ve Batıcılığın ayakta kaldığını öne sürerek Osmanlı Türkçülüğünü ve Osmanlı Garpçılığını kangren olmakla nitelendirdi.

Milliyetçilik Peyami Safa'ya göre ilk çağda bir tohum, orta çağda bir fidan ve başta yirminci yüzyıl olmak üzere günümüzde bütün dünyayı saran bir ağaç gibidir. Kendisinin milliyetçilik anlayışında toplum ve birey arasında önemli bir ilişki vardır. Ona göreve birey kavramı sadece milletin olduğu yerlerde değer kazanabilir ve millî düşüncelerin devlet tarafından oluşturulması gerekir. Bu konudaki benzer düşüncelerini ise Türkiye'deki yabancı okullarda yetişen aydınlara yöneltmiş ve onları millî konularda duyarsız olmakla suçlamıştır.

Fransız milliyetçiliğinin 1870 sonrasında, Alman milliyetçiliğinin I. Dünya Savaşı sonrasında ve Osmanlı-Türk milliyetçiliğinin Balkan Savaşları sonrasında ortaya çıktığını savunan Peyami Safa, Kemalist milliyetçiliğinin ise Mütareke dönemi sonrasında ortaya çıktığı görüşünde bulundu. Bu görüşleriyle Türk milliyetçiliğinin dönemsel koşullar altıda mecburi olarak doğduğunu, sosyalizmden uzak ve faşizme yabancı olduğu değerlendirmesinde bulundu. Milliyetçiliğinin bir ırk, dil ve tarih hareketi olduğunu savundu. Özellikle II. Dünya Savaşı dönemlerinde ırkçı olmakla suçlandı. 1939 yılında Cumhuriyet gazetesindeki yazısında kendisini tepeden topuğa kadar milliyetçi olmakla nitelendirip kendisine faşist diyenleri rezil ve vatansız olmakla suçladı. Bu konu hakkında Düşünen Adam dergisinde ise “Irkçı mıyız, Milliyetçi mi?” adlı bir makale yayımlayarak kendisine yönelik ithamları reddetti. Milliyetçiliğin toplumlararası etkileşimi reddettiği veya insanları dar kafalı olmaya sürüklemesi durumunda ağır bir şekilde eleştirilmesi ve bu durumun acil olarak değiştirilmesi gerektiğini savundu. Öğretmen ve öğrencilerin milliyetçilik konusundaki yeri ve önemine dikkat çekti. Batı'da var olan milliyetçiliği gereksiz, Türkiye'dekini ise gerekli gördü. Bu konu hakkında Onlarda ve Bizde Milliyetçilik adlı bir makale yayımladı. Milliyetçi duygularını sadece fikri eserlerinde işlemekle yetinmeyip edebi eserlerinde de ele aldı. Romanlarında doğuyu temsil eden karakterleri genellikle milliyetçi ve manevi değerlere bağlı kişilerden seçti. Mahşer'de Nihad ve Biz İnsanlar'da Orhan bu tanıma uyan başlıca karakterler oldu. Genel olarak bakıldığında ise milliyetçilik kavramı Peyami Safa'yı etkileyen düşünce sistemlerinin başında gelmektedir.

Muhafazakârlığı

Peyami Safa'nın milliyetçilik dışında öne çıkan yönlerinden biri de muhafazakârlığıdır. 1930'lu yılların sonuna doğru somut hale gelen muhafazakârlık düşüncesinin Türkiye'de kurucu ideologlarından başında gelen isimlerdendir. Cumhuriyet dönemi muhafazakârları arasından Cumhuriyet modernleşmesini ve toplumsal değişimleri yakından takip eden isimlerden biri olan Peyami Safa, bu değişim sancılarının odak isimlerinden biri hâline geldi. Ordinaryüs profesör Hilmi Ziya Ülken Peyami Safa muhafazakârlığını iki yönde ele aldı. Bunlar Türk devrimlerinin Peyami Safa'ya göre bir kopuş hareketi olması ve Peyami Safa'nın mistik yönünün varlığı şeklindeydi. Peyami Safa değişim yıllarında Kemalizmin muhafazakâr söylemcisi olmaktan çok bu düşüncenin devrimci yönüyle uyuşmaya çalışan bir yazar görüntüsü verdi. İrticâ ve Yobazlık başlıklı yazısında muhafazakârlığı yobazlık olarak görmediğini ifade ederek birtakım açıklamalarda bulundu ve muhafazakârlık, yobazlık ve irtica arasındaki farklara değindi. Bu yazısında bu iki söylemin birbirleriyle sık sık karıştırıldığını belirterek muhafazakârlığı geçmişin değerlerini samimi bir şekilde savunan gerilik olarak, irtica ve yobazlığı ise savunduğu ve ulaşmak istediği değerleri kültürel bünyesinde barındırmamak şeklinde tanımladı ve radikalizmle eş tuttu.

Dil hakkındaki düşünceleri

Peyami Safa Genç Kalemler ile başlayan Yeni Lisan Hareketi'ne karşı çıkan isimlerden biri oldu. Lisan için fikrin feda edilemeyeceğini belirtti. Hareketin öncülerinden Ömer Seyfettin'i eleştirerek eserlerinde ruh tahlilinin olmadığını ve sade olma özelliğinin basitliğe dönüştüğünü ifade etti. Yeni Lisan Hareketi ve Genç Kalemler'e olan karşıtlığını her fırsatta dile getirerek konuşma dilini yazı diline yaklaştırmayı olumsuz karşıladı. Buna gerekçe olarak da konuşma dilinin ortak bir dil olduğunu, bilim dilinin ise özel olduğunu söyledi. Dillerin saf ve öz olmadığını, evrensel olaylardan ve etkileşimlerden etkilenebileceğini belirtti. Öz Türkçe isteyenlerin diler arasındaki etkileşimden dolayı ölçülü olmak zorunda olduklarını 1958'de Milliyet gazetesinde savundu. Peyami Safa'ya göre yabancı bir dilin hakimiyetinde kalmakla yabancı bir ordunun kölesi olmak arasında fark yoktur. Bu sebepten diller arasındaki kaide alışverişini zorunlu olarak görüp, ölçülü olunmasını bildirdi. Dile giren her kelimenin imla değiştirmediği sürece sözlüğe alınmasına karşı çıkarak, kelimelerin öncelikle halkla aynîleşip halkın malı olması gerektiğini belirtti. Yabancı kelimelere gösterdiği hassasiyet ile kendisini dil otarşisinden kurtardı. Mana inceliklerini farkında olarak heba etmek istemediğinden dolayı romanlarında özellikle Fransızca kelimeler kullandı ve çeşitli çözüm önerilerinde bulundu. Dil ile ilgili sorunların çözümünde edebiyatçılara daha fazla danışılması gerektiğini belirterek bu kişilerin dilbilimcilerden daha önde olmasını arzuladı. Dil hakkındaki sorunların çözüm süresinin ise süreç dahilinde gerçekleşmesini ve üstünkörü bir şekilde yapılmamasını istedi 1 Kasım 1928'de gerçekleşen Harf Devrimi'ne karşı çıkan isimlerden biri oldu. Değişimden sonrasında eski sistemin devam etmesini olanaksız olarak gördü ve bu değişimi kabullendi. İlerleyen yıllarında ise okullar için çeşitli gramer kitapları yazdı. Okullarda Latin alfabesinin dışında Arap harflerinin de okutulmasını, kültürler ve kuşaklar arasında kopukluk olmaması için gerekli gördü. Osmanlıcanın da üniversiteler dışında lise eğitiminde de okutulmasını öneren bir yazı kaleme aldı.

Doğu-Batı sentezi

Peyami Safa başta romanlarında olmak üzere yazdığı deneme, makale ve gazete yazılarında Doğu-Batı konusu üzerine sıkça durdu. Batıyı "hem bir kıta hem de bir kafa" olarak gördü. Avrupa'yı bir kıta içinde doğan, süreç içerisinde sınırlarını aşan ve medeniyet tarihine bağlı bir mahiyet olarak gördü. Verdiği eserlerde batı zihniyetinin oluşumundaki önemli etkenlere değinerek bunu konu üzerine söylemleri olan yazar, sanatçı ve düşünürlerin fikirlerinden yararlandı. Avrupa medeniyetinin Yunan, Roma ve Hristiyanlık ekseninde geliştiğini belirterek yalnız bu üç şeyden oluşan zihniyetle Avrupalı olunabileceğini dile getirdi. Hristiyanlığı ise Avrupa ve Asya arasındaki en belirgin fark olarak gördü.

Peyami Safa Türk toplumunda taklit olarak görülen ve çeşitli sosyolojik ve edebi araştırmaların konusu olan Batılılaşmayı riyazileşmek ve siteleşmek kavramları üzerinden yorumladı. Romanlarında öne çıkan doğu-batı sentezini medeniyetlerin ruhunu inceleyip ardından da karşılaştırması şeklinde verdi. Avrupa medeniyetinin oluşmasında rasyonalist matematik zihniyetinin etkili olduğunu belirterek Doğu'nun bundan yoksun olduğu ifade etti. Dogmatizmi doğunun gelişmemesinde en büyük engel olarak gördü. Batı'yı maddeye hakim olması ve teknik olarak ilerlemesi gibi gerekçelerle yüceltti, Doğu'yu ise pasif olarak nitelendirdi. Türkiye'nin batılılaşmasını isteyerek kuramlarını oluşturduğu sentezlerini bunun için bir araç olarak gördü. Tanzimat Dönemi ile başlayan yenileşmenin yanlış yorumlanmasına da eleştirel bir tavır sergiledi.

Din hakkındaki düşünceleri

Peyami Safa din hakkında olumlu düşüncelere sahip bir insandı. İnsanın maddi ve manevi olarak iki tabiattan oluştuğunu ve ahlak ile din arasında sıkı bir bağ olduğunu düşündü. Dünyanın teknik anlamda ilerlediğini fakat buna karşın manevi olarak gerilediğini ve bu durumdan en fazla gençlerin etkilendiğini belirtti. Maneviyat ve mistik değerlerden yoksun olanların ahlak problemleri yaşayabileceğini düşündü. Türkiye'deki yenileşme sürecinin millî ve manevi değerlerden uzak olmamasını isteyerek Avrupa'daki din özgürlüğünden örnekler verdi. Türkiye'nin gelişmesinde dinin bir engel olduğu yönündeki görüşlere katılmadı. Din ile pozitif bilimlerin arasında aykırılık olmadığını da savunarak İkisinin ayrı olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtti.

Rusya hakkındaki düşünceleri

Hayatının farklı dönemlerinde fikri olarak değişimler yaşayan Peyami Safa genel olarak milliyetçi bir yazar ve Cumhuriyet dönemine ait bir aydın olarak görülmektedir. Peyami Safa'nın Rusya ve Ruslar hakkındaki düşünceleri Türk halkının dönemsel düşüncelerinden kesin çizgilerle ayrılmamaktadır. Peyami Safa'nın Mâhutlar ve Sosyalizm-Marksizm-Komünizm adlı eserleri incelendiğinde yazarın Rusya ve Ruslar hakkında Fransızca kaynakları takip edip incelediği anlaşılmaktadır. Kendisindeki Rus algısının oluşmasında 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Balkan Savaşları, savaş sonrasında Balkanlar ve Trakya üzerinden Anadolu'ya gelen Türk göçmenler, eğitimlerini Rusya'da almış olup daha sonra Türkiye'ye kaçan aydınlar, Ruslara esir düşmüş Türk askerlerinin hatıraları ve Rus edebiyatına ait klasiklerin büyük etkisi oldu. Bunların dışında 1917 Devrimi sonrası Türkiye'ye gelen Beyaz Ruslar, yeni komünist Rus rejiminin propagandalarını Türk üniversitelerinde yapan kişiler ve eski dostu Nâzım Hikmet'le olan ilişkilerinin de Ruslar hakkındaki düşüncelerinde etkisi oldu. Rus halkı ile Rusya yönetimini birbirlerinden ayrı olarak değerlendirmeye tabi tuttu. Genel olarak Rus halkını mazlum, mağdur ve fakir, Rus yönetimini ise zalim, bencil ve istilacı olarak gördü. Peyami Safa Sovyet ordularının Macaristan topraklarını işgal ettiği dönemde Rus Kahbeliği başlıklı bir yazı yayımlayarak "Rus" ve "Kahpe" kelimelerinin birbirlerini severek çiftleştiklerini ve bu ikisinin birbirlerinden ölümün bile ayıramayacağını yazdı. Ona göre 1917 Devrimi ile Rusya'ya komünizm gelmemiş, sadece beyaz çarın yerine kızıl çar; eski burjuvazierin yerine de Bolşevik seçkinler geçmiştir. Makale ve denemelerindeki Rus algısı romanlarındaki Rus algısıyla da benzerdir. Fakat bu benzerlik üslup açısından farklıdır. Romanlarında daha yumuşak, makalelerinde ise daha sert olan bir dili tercih etmiştir. Bunların dışında hiçbir romanında leitmotiv olarak Rusları işlememiştir. Fatih-Harbiye dışındaki romanlarında bir Rus karaktere veya tiplemeye yer vermemiş sadece Bir Tereddüdün Romanı, Cânân, Bir Akşamdı, Mahşer, Sözde Kızlar, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Biz İnsanlar ve Yalnızız gibi romanlarında dönemin güncel Rusya'sından ve Rus halkından bahsederek atıfta bulunmuştur.

Kıbrıs hakkındaki düşünceleri

Peyami Safa Milliyet gazetesindeki yazılarında ve Türk Düşüncesi dergisinde Kıbrıs konusu üzerine görüşlerini paylaştı. Türk Düşüncesi'nin Kıbrıs özel sayısı ile bu konuda halkı bilgilendirmeyi ve siyasetin nabzını tutmayı hedefledi. Derginin Şubat-Mart 1958 sayısı "Kıbrıs Savımızı Savunurken" başlığı ile çıktı. Peyami Safa Kıbrıs Adası'nın İngiltere tarafından Yunanistan'a verileceğinin konuşulduğu günlerde bu anlaşmazlığın basit bir mevzu olduğunu ve sadece Türkiye ile İngiltere'yi ilgilendirdiğini yazdı. Yunanistan'ın ada üzerinde herhangi bir hakkı olmadığını belirtti ve adanın birine verilecekse Türkiye'ye iadesinin en uygun seçenek olduğunu söyledi. Türkiye'de ortaya atılan "Kıbrıs Türktür" tezi ve 1955'li yılların Türkiye kamuoyunun görüşlerini paylaşarak Yunanistan'ın adada daha fazla Rumun yaşadığı yönündeki tezlerine karşı çıktı ve Kıbrıs'ın Anadolu'ya ait olduğunu belirtti.

6-7 Eylül Olayları ile Kıbrıs konusu arasında bağlantı kuran söylemlerden etkilendi. Bu olayları ilk olarak bir "komünist ihtilal provası" olarak gördü. Azınlıklara yönelik bu tahrip ve yağma saldırılarına köşe yazılarında da yer verdi. Bu tarihten sonra yazılarında Kıbrıs konusuna daha fazla yer vermeye başladı. Atatürk'ün Selanik'te bulunan evinin saldırıya uğramasını önce Yunanlara bağlayıp daha sonra 6-7 Eylül Olayları ile beraber bu saldırılarının kızıl solcularca gerçekleştirildiğini düşündü. 7 Eylül 1955'te Milliyet gazetesindeki bir yazısında Türk ordularının Yunanları denize döktüğünü fakat Misak-ı millî'ye bağlı kalındığını belirterek Atatürk evinin saldırıya uğramasını acizlik, kahpelik ve ahmaklık olarak gördü.

Peyami Safa Kıbrıs konusuna genel olarak milliyetçi bir tavır sergiledi. Ona göre Kıbrıs'ın Türk kimliği asla pazarlık konusu olmamalı ve bu konudan geri adım atılmamalıdır. Peyami Safa adanın hiçbir zaman tarihsel, dinsel, ırksal, siyasal ve coğrafi olarak Yunan kimliği taşımadığını da iddia etmiştir. Propaganda konusunda ise Yunanistan'ı dünya çapında daha etkili, Türkiye ise pasif ve gevşek olarak yorumlamıştır. Kıbrıs konusundaki eleştirilerini zengin vatandaşlar, politikacılar ve yazarların umursamazlığına da yöneltmiştir. İngiltere'ye ise hiçbir zaman güvenmeyip sorunu daha karışık hale getirmekle tenkit etmiştir. Adanın jeopolitik önemine de vurgu yapan Peyami Safa, gerekirse Türkiye'nin NATO'dan çekilmesi belirtmiş ve Kıbrıs'ı NATO üyeliğinden daha değerli bulmuştur.

Atatürk hakkındaki düşünceleri

Yazarın verdiği eserlerin çoğu günümüzde basımı yapılmamaktadır. Bunlardan birisi de Mustafa Kemal Atatürk hakkındaki İlk Reis-i Cumhurumuz Mustafa Kemâl Paşa adlı eseridir. Eser iç kapağında ise Büyük Halaskârımız Mustafa Kemâl Paşa tanımı mevcuttur. Yazar, iç kapağında dahil edilmesiyle 24 sayfadan oluşan eserinde "P.S" imzasını tercih etmiştir. Beşir Ayvazoğlu eser için 1920 tarihini vermiştir fakat içerikteki tarihlerden eserin 1923 tarihli olduğu anlaşılmaktadır.

Arapça kökenli Türk alfabesi ile yazılmış eser Atatürk'ün hayatını öznel bir şekilde anlatmaktadır ve yazarın Atatürk hakkındaki düşüncelerinin tahlili için önemlidir. Genel olarak Atatürk'e saygı ve sevgi duyan Peyami Safa Türk millî mücadelesine katılmamıştır fakat bu mücadeleyi desteklemiştir. Şimşek, Mahşer, Biz İnsanlar gibi dönemsel romanlarında dolaylı olarak bu mücadeleye atıfta bulunur. Gün Doğuyor adlı piyesinde ise Kurtuluş Savaşı atmosferini göstermeye çalışmıştır. Piyesin sonunda Atatürk'ün üniformalı bir resmi görünür. Türk İnkılâbına Bakışlar'da yazarın Atatürk ve Atatürk Devrimleri'ni ele aldığı bir eserdir. Tanzimat ile başlayan yenileşmenin Türk toplumunda yarattığı "Doğu-Batı" ikileminin çözülmesi için Atatürk'ün önemli bir adım attığı görüşünü paylaşır. Eserin bir bölümünde ise Atatürk'ün milliyetçiliğine atıfta bulunur.

Etkisi

Peyami Safa Cumhuriyet dönemi aydınlarından biridir. Aynı zamanda yayımladığı romanları Türk edebiyatının önemli yapı taşlarındandır. Yaşamı ve eserleri akademik olarak farklı zamanlarda ve farklı düzeylerde incelenmiştir. Beşir Ayvazoğlu, Ergun Göze, Vecdi Bürün, Hamdi Koç, Nan A Lee, Mehmet Tekin ve yakın dostu Cahit Sıtkı Tarancı'nın yazar hakkında yayımladığı kitaplar bulunmaktadır. Özellikle Beşir Ayvazoğlu ve Mehmet Tekin'in yazar hakkındaki çalışmaları akademik olarak sıkça atıf almaktadır. Aynı zamanda yazarın TDV İslâm Ansiklopedisi'nde bulunan maddesini de Beşir Ayvazoğlu kaleme almıştır. 2016 yılı Yükseköğretim Kurulu Tez Arama Verileri'ne göre yazar ve eserleri hakkında en az 12 doktora ve 54 yüksek lisans tezi bulunmaktadır. Aynı zamanda eserlerini sinemaya aktaran yönetmenler arasında ise Muhsin Ertuğrul, Metin Erksan ve Turgut Demirağ gibi isimler bulunmaktadır.

Eğitimini sağlık sorunları gibi nedenlerden dolayı tamamlayamamış olması ve bu sebepten kendi kendisini yetiştirmek zorunda kalması sıklıkla öne çıkarılan bir yönüdür. Adı Türkiye'deki çeşitli ilkokul ve lise gibi eğitim kurumlarına verilmiştir. Aynı zamanda şair Cemal Safi de çocuklarından birine Safa'nın ismini vermişti. Milliyetçi yönüne ise Türkiye'deki bazı parti liderlerince atıf yapılmaktadır. İmparatorluktan Cumhuriyete geçişin sancılarını dile getirmesi sıklıkla değinilen başka bir yönüdür. Genel olarak romanlarıyla ön plana çıkmasından ötürü gazete ve düşünsel yazıları pek fazla bilinmemektedir. Türkiye'de polisiye roman yazarlığının temellerini atan isimlerden biridir ve Maurice Leblanc'in Arsen Lüpen karakterinden esinlenerek yarattığı Cingöz Recai tiplemesi yaygın olarak bilinmektedir. Bu tiplemeyi Arsen Lüpen'in yerli versiyonu olarak görenler vardır. Yayıncı Hüseyin doğru ise yazarın Çekirge Zehra ve Kartal İhsan tiplemelerini de en az Cingöz Recai kadar dikkate değer olduğunu belirtmektedir.

Eserleri

RomanFikri eserleriKimdir, Nedir? Serisi
Sözde Kızlar (1922)Zavallı Celal Nuri Bey (1914)Mussolini Kimdir?
Şimşek (1923)Büyük Avrupa Anketi (1938)Faşizm Nedir?
Mahşer (1924)Türk İnkılâbına Bakışlar (1938) Karl Marks Kimdir?
Bir Akşamdı (1924)Felsefî Buhran (1939) Marksizm Nedir?
Süngülerin Gölgesinde (1924)Millet ve İnsan (1943)Rousseau Kimdir?
Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925)Mahutlar (1959)Liberalizm Nedir?
Cânân (1925)Nasyonalizm (1961)Atatürk Kimdir?
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930)Sosyalizm (1961)Kemalizm Nedir?
Fatih-Harbiye (1931)Mistisizm (1961)Ziya Gökalp Kimdir?
Bir Tereddüdün Romanı (1933)Doğu-Batı Sentezi (1962)Türkçülük Nedir?
Matmazel Noraliya'nın Koltuğu (1949)Nasyonalizm - Sosyalizm - Mistisizm (1968)Machiavelli Kimdir?
Yalnızız (1951)Osmanlıca-Türkçe-Uydurmaca (1970)Makyavelizm Nedir?
Biz İnsanlar (1959)Sanat - Edebiyat - Tenkid (1971)Oliver Salazar Kimdir?
Hikâye
Sosyalizm - Marksizim - Komünizim (1971)Korporatizm Nedir?
Piyano Muallimesi (1910)Din - İnkılâp - İrtica (1971)Roosvelt Kimdir
Bir Mekteplinin Hatırası,
Karanlıklar Kralı
 (1914)
Kadın - Aşk - Aile (1973)Nev Deal Nedir?
Gençliğimiz (1922)Yazarlar - Sanatçılar - Meşhurlar (1976)
Piyes
Siyah Beyaz Hikâyeler (1923)20. Asır, Avrupa ve Biz (1976)Gün Doğuyor (1937)
Ateş Böcekleri (1925)
İstanbul Hikâyeleri (tarihsiz)

Türkiye Şehirleri Türkiye Coğrafyası Dünya Şehirleri Dünya Coğrafyası Ülkeler



  • Blog Yazıları


    Email
    KISA KISA
    X



    Folower Button

    Takipçiler

    Company Info | Contact Us | Privacy policy | Term of use | Widget | Advertise with Us | Site map
    Copyright © 2020. merhancag . All Rights Reserved.

    Bilgi Mesajı

    Duvarı Aşamıyorsan Kapı Aç

    Kıssadan hisse Kısa Kısa'da sizi bekliyor...

    facebook sayfamızı takip edebilirsiniz!